en son yazıyı temmuz'da yazdım diye, bi heveslendin, "bu çocuk herhalde blog yazmayı bıraktı, çok şükür" dedin ama yok. geri döndüm. sana günde iki yazı falan vaad etmiyorum. ama en azından artık son yazım temmuz'da değil. eheh. "mr. anderson, welcome back, we missed you."
okul var. okulda sınav var. çok yoruluyoruz. of hem de nasıl. bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.
bugün Pink Floyd'un (hastasıyım, napiyim) The Wall isimli albümünün çıkışının 32. yıldönümü. gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri, hatta belki de en iyisi, olan The Wall'un çıkış tarihinin 32. yıldönümü önemli bir tarih bence. paylaşmak istedim. of o albümü almış insanlar şimdi ne hissediyodur. müzik tarihine damga vurmuş bi albüme sahip olmak bi ayrıcalık olarak görülmeli bence. o insanları yüceltmeliyiz. evlerimizde ağırlamalı, sohbetlerimize (pilavlı) dahil etmeliyiz. şaka bi yana, gerçekten tuhaf his ya. The Wall çünkü. of yine kelimelerle ifade edemedim.
bu aralar dünyanın en güzel yemeğinin tavuk-pilav olduğunu düşünüyorum. sürekli onu yediğimden herhalde. evde, okulda, işte, her yerde onu yiyorum. ama güzel ha, hala bıkmadım. japon gibi bi tek pirinç yiyelim ama tamam mı? 1.04 boyumuz olsun sonra. sonra bu gelecek nesil çok kısa kaldı. kalır tabi.
edgar allan poe amerikanmış ya la. ben buna çok şaşırdım. çünkü kitaplarında öyle kelimeler kullanıyo ki, sanırsın ingilizce'yi bu icat etmiş. sanırsın shakespeare. sanırsın margaret thatcher. sanırsın hemingway (hemingway de amerikan, çaktırma.). notwithstanding diye kelime kullanan tek amerikan herhalde. neyse. güzel analım, adam kırk yaşında ölmüş. yazık.
nası şizofrenim belli değil.
tıkandım. haydi madem, iyi geceler. ya da iyi günler. zaman göreceli sonuçta.