aa merhaba. sen buralara uğruyo muydun ya? naptın nası gitti? hallettin mi o dediğin işi? hah iyi bari.
hiç kusura bakma da, yalancısın sanki biraz, sevgili okur. ben yazı yazmayınca başımın etini yiyosun, "neden yazı yazmıyosun? noldu, bişiy mi oldu? noldu? pınar nooldu?" diye (şakayı kapana tadelle). ama baktın, yazı yazmaya başladım. o zaman blog'a hiç uğramıyosun di mi? arkadaş, blogun görünümünü değiştirdim, anket yaptım, "sorayım arkadaşlarıma.. nasıl olmuş, öğreneyim" dedim. kimseden tık yok. anket bir haftadır orda duruyo. bir taneniz de gelip oy vermemişsiniz. ama yazı yazmayınca "vallahi her gün bakıyorum, artık yeni yazılar arıyo gözüm. en son 1319 gün önce yazmışsın bak.." demeyi biliyosunuz. küstüm hepinize. çok sinirliyim. bi daha da anket yaparsam.
şaka şaka. tabii ki sinirli değilim de, ne bileyim. bi haftadır tek bir oy göremeyince. neyse. aslında kafamda yazacak bişi de yok, ama dur bakalım.
geçen gün, evdeki buzdolabı, çamaşır makinesi ve televizyon aynı akşam bozuldu. aynı akşam ya, sözleşmiş gibi. servis çağırdık, yarın gelicekler. bak düşün, taaaaa geçen gün bozulan şey için yarın kontrole gelicekler. bazen sıkıntıdan açıyoruz televizyonu, sadece sesini dinliyoruz. radyo gibi. kuzey güney izlerken falan çok komik oluyo. evet, bazen olmaya da biliyo. az önce yazdığım şeyin doğru yazılıp yazılmadığından emin değilim. yalnız televizyonsuz bir hayat çok zormuş, onu gördük. hiçbi şeyden haberimiz olmuyo lan. çok kötü. geçen gün galatasaray fener'i yenmiş, onu bile yeni öğrendik. ehhehe kızmayın fenerliler. 1319 falan.
bugün hücre biyolojisi (aslında cell biology de, havalı görünmemek için böyle dedim, hadi yine iyisin.) hocam bir vaka örneği verecekken "house'u izliyo musunuz?" dedi.. işte o an.. o an içime bir taş oturdu. "tamam," dedim içimden, "allah belasını versin. izlicem.." resmen herkes vakanın ne olduğunu anladı, ben mal gibi kaldım. yok yok, şaka. ben de anladım tabii de. bu hikayeden çıkarılması gereken sonuç bu değil. bu hikayeden çıkarılması gereken sonuç, herkes house izlemeli. ben dahil. evet, ciddiyim. şimdiye kadar izlemiyodum.
mor ve ötesi'nin dünya yalan söylüyor albümü de yeni aktüel dergisi tarafından son 20 yılın en iyi albümü seçilmiş. öhhöm. bilginiz olsun diye şeettim ben.
haydi ben gideyim o zaman. anketi hala doldurmadın biliyorum. yazıklar olsun.
not: başlık niye thirteen hiç bilmiyorum. house'da, house'dan başka bildiğim tek karakter, ondan olabilir. ama bu niye başlık oldu bilmiyorum. üstüme gelme.
12 Aralık 2011 Pazartesi
4 Aralık 2011 Pazar
dilli kaşarlı
oha buralara nolmuş. blogger'a yeni görünüm gelmiş, onu diyorum. bi değişik geldi de. neyse. naber?
bu aralar herkese günde 5-6 kez naber diyorum. hepsinde de bıkmadan usanmadan "iyi senden" cevabı verenler var ya. onlar işte bu ülkenin gelecekteki başbakanı, doktoru, mühendisi olması gereken insanlar. her ne kadar kıro bir söylem olsa da canlarını yerim onların. gerçi bunu akli dengesi yerinde olmayan bir arkadaşlarını üzmemek için de yapıyo olabilirler ama bu hoş bir ihtimal değil. o yüzden ihmal edeceğim.
dilli kaşarlı diye tost (ya da sandviç artık neyse işte) ismi mi olur ya. erotik olucam diye kendini kasmış resmen ismi bulan büfe sahibi. pis herif. ama komik isim olmuş o ayrı. ayrıca ordaki dilin ne olduğunu bilmiyorum hala. peynir olsa gerek. elzem.
bazı yazıtiplerinde türkçe karakter kullanınca yazıtipi değişiyo ya sırf o harfi göstermek için. allah böyle teknolojinin belasını versin. blogun adını değiştiricem sırf bu yüzden. o nası bi "ş" olm ya? of.
bak sana bi anımı anlatayım da gül. istanbul'da bir kafede (şimdi adını vermeyeceğim), menüde yazanların hemen yanına ingilizcesini eklemişler. adı sezar dürüm olan bir sandivicin yanında da sezar status yazıyodu. evet baya feysbuk'tan bildiğimiz status. durum yani. google translate hiç bu kadar saçmalamamıştı. hayır bi de sezar'ı da çevirmemiş, öyle kalmış o. bak hatırladıkça gülüyorum. ama çok kötü anlattım ya. neyse.
one'ın klibinde soloya girmeden önceki kısımda jason, kirk ve james'in aynı anda ritmik bi şekilde kafa sallamalarına bayılıyorum. epic band is epic.
ben bugün "cep telefonuyla iletişimden uzak kalma korkusu" diye bir şey olduğunu öğrendim. evet kim milyoner olmak ister? izliyorum. ve evet, türkçe'nin imla kurallarına uymayıp programın adını küçük harflerle yazdım. neyse. baya böyle fobi varmış. adı da nomofobiymiş. "no mobile phobia" öbeğinden geliyomuş. olm insanlık, çıldırmışsın lan sen. insan örümcekten falan korkar. manyak. örümcek demişken, allah onların da belasını versin. tiksinilesi hayvanlar.
hadi bu kadar yeter. iyi akşamlar. iyi günler. merhaba.
hayır söylesem nolacak ki yani. sanki rtük kontrol ediyo. kafenin adı ortaköy kahvesi.
bu aralar herkese günde 5-6 kez naber diyorum. hepsinde de bıkmadan usanmadan "iyi senden" cevabı verenler var ya. onlar işte bu ülkenin gelecekteki başbakanı, doktoru, mühendisi olması gereken insanlar. her ne kadar kıro bir söylem olsa da canlarını yerim onların. gerçi bunu akli dengesi yerinde olmayan bir arkadaşlarını üzmemek için de yapıyo olabilirler ama bu hoş bir ihtimal değil. o yüzden ihmal edeceğim.
dilli kaşarlı diye tost (ya da sandviç artık neyse işte) ismi mi olur ya. erotik olucam diye kendini kasmış resmen ismi bulan büfe sahibi. pis herif. ama komik isim olmuş o ayrı. ayrıca ordaki dilin ne olduğunu bilmiyorum hala. peynir olsa gerek. elzem.
bazı yazıtiplerinde türkçe karakter kullanınca yazıtipi değişiyo ya sırf o harfi göstermek için. allah böyle teknolojinin belasını versin. blogun adını değiştiricem sırf bu yüzden. o nası bi "ş" olm ya? of.
bak sana bi anımı anlatayım da gül. istanbul'da bir kafede (şimdi adını vermeyeceğim), menüde yazanların hemen yanına ingilizcesini eklemişler. adı sezar dürüm olan bir sandivicin yanında da sezar status yazıyodu. evet baya feysbuk'tan bildiğimiz status. durum yani. google translate hiç bu kadar saçmalamamıştı. hayır bi de sezar'ı da çevirmemiş, öyle kalmış o. bak hatırladıkça gülüyorum. ama çok kötü anlattım ya. neyse.
one'ın klibinde soloya girmeden önceki kısımda jason, kirk ve james'in aynı anda ritmik bi şekilde kafa sallamalarına bayılıyorum. epic band is epic.
ben bugün "cep telefonuyla iletişimden uzak kalma korkusu" diye bir şey olduğunu öğrendim. evet kim milyoner olmak ister? izliyorum. ve evet, türkçe'nin imla kurallarına uymayıp programın adını küçük harflerle yazdım. neyse. baya böyle fobi varmış. adı da nomofobiymiş. "no mobile phobia" öbeğinden geliyomuş. olm insanlık, çıldırmışsın lan sen. insan örümcekten falan korkar. manyak. örümcek demişken, allah onların da belasını versin. tiksinilesi hayvanlar.
hadi bu kadar yeter. iyi akşamlar. iyi günler. merhaba.
hayır söylesem nolacak ki yani. sanki rtük kontrol ediyo. kafenin adı ortaköy kahvesi.
30 Kasım 2011 Çarşamba
şizofrenya
en son yazıyı temmuz'da yazdım diye, bi heveslendin, "bu çocuk herhalde blog yazmayı bıraktı, çok şükür" dedin ama yok. geri döndüm. sana günde iki yazı falan vaad etmiyorum. ama en azından artık son yazım temmuz'da değil. eheh. "mr. anderson, welcome back, we missed you."
okul var. okulda sınav var. çok yoruluyoruz. of hem de nasıl. bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.
bugün Pink Floyd'un (hastasıyım, napiyim) The Wall isimli albümünün çıkışının 32. yıldönümü. gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri, hatta belki de en iyisi, olan The Wall'un çıkış tarihinin 32. yıldönümü önemli bir tarih bence. paylaşmak istedim. of o albümü almış insanlar şimdi ne hissediyodur. müzik tarihine damga vurmuş bi albüme sahip olmak bi ayrıcalık olarak görülmeli bence. o insanları yüceltmeliyiz. evlerimizde ağırlamalı, sohbetlerimize (pilavlı) dahil etmeliyiz. şaka bi yana, gerçekten tuhaf his ya. The Wall çünkü. of yine kelimelerle ifade edemedim.
bu aralar dünyanın en güzel yemeğinin tavuk-pilav olduğunu düşünüyorum. sürekli onu yediğimden herhalde. evde, okulda, işte, her yerde onu yiyorum. ama güzel ha, hala bıkmadım. japon gibi bi tek pirinç yiyelim ama tamam mı? 1.04 boyumuz olsun sonra. sonra bu gelecek nesil çok kısa kaldı. kalır tabi.
edgar allan poe amerikanmış ya la. ben buna çok şaşırdım. çünkü kitaplarında öyle kelimeler kullanıyo ki, sanırsın ingilizce'yi bu icat etmiş. sanırsın shakespeare. sanırsın margaret thatcher. sanırsın hemingway (hemingway de amerikan, çaktırma.). notwithstanding diye kelime kullanan tek amerikan herhalde. neyse. güzel analım, adam kırk yaşında ölmüş. yazık.
nası şizofrenim belli değil.
tıkandım. haydi madem, iyi geceler. ya da iyi günler. zaman göreceli sonuçta.
okul var. okulda sınav var. çok yoruluyoruz. of hem de nasıl. bu konuda söyleyeceklerim bu kadar.
bugün Pink Floyd'un (hastasıyım, napiyim) The Wall isimli albümünün çıkışının 32. yıldönümü. gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri, hatta belki de en iyisi, olan The Wall'un çıkış tarihinin 32. yıldönümü önemli bir tarih bence. paylaşmak istedim. of o albümü almış insanlar şimdi ne hissediyodur. müzik tarihine damga vurmuş bi albüme sahip olmak bi ayrıcalık olarak görülmeli bence. o insanları yüceltmeliyiz. evlerimizde ağırlamalı, sohbetlerimize (pilavlı) dahil etmeliyiz. şaka bi yana, gerçekten tuhaf his ya. The Wall çünkü. of yine kelimelerle ifade edemedim.
bu aralar dünyanın en güzel yemeğinin tavuk-pilav olduğunu düşünüyorum. sürekli onu yediğimden herhalde. evde, okulda, işte, her yerde onu yiyorum. ama güzel ha, hala bıkmadım. japon gibi bi tek pirinç yiyelim ama tamam mı? 1.04 boyumuz olsun sonra. sonra bu gelecek nesil çok kısa kaldı. kalır tabi.
edgar allan poe amerikanmış ya la. ben buna çok şaşırdım. çünkü kitaplarında öyle kelimeler kullanıyo ki, sanırsın ingilizce'yi bu icat etmiş. sanırsın shakespeare. sanırsın margaret thatcher. sanırsın hemingway (hemingway de amerikan, çaktırma.). notwithstanding diye kelime kullanan tek amerikan herhalde. neyse. güzel analım, adam kırk yaşında ölmüş. yazık.
nası şizofrenim belli değil.
tıkandım. haydi madem, iyi geceler. ya da iyi günler. zaman göreceli sonuçta.
24 Temmuz 2011 Pazar
şaka bıçağı
şimdi bi karşılaştırma yapıcam. küsmece darılmaca yok. naçizane fikirlerimdir bunlar. sonra vay efendim niye adamı yerin dibine soktun olmasın.
yapacağım karşılaştırma friends'deki chandler bing'le how i met your mother'daki barney stinson arasında.
-barney bilmem kaç sezon takım elbiseden başka bi şey giymez, artiz artiz dolanır ortalıkta. chandler, adam gibi giyinir, müthiş gömlekleri vardır. dar kotlarını bi kenara bırakalım şimdilik.
-barney dediğin adam bilmem kaç sezonu "awesome, legendary, suit up" gibi sayılı espriyle geçirirken, chandler aynı espriyi iki kere yapmaz bile.
-chandler bing dünya dizi tarihine "the world is my lesbian wedding" repliğini kazandırmıştır. barney stinson, her şeye "it's gonna be legendary" diye diye işin cılkını çıkarmıştır.
-barney alenen sapıktır. chandler böyle bir eğilim göstermez.
-barney, yine friends'deki joey'e benzer. chandler'ı kimseye benzetemedim.
-barney hep aynıdır. heeeeepp aynıdır. chandler gülmekten yere serer.
-barney pepsi'yse, chandler coca cola'dır.
bu kadar da iddialıyım. şimdi sakin olun. ben dedim kızmaca darılmaca yok diye. hadi yakşamlar.
yapacağım karşılaştırma friends'deki chandler bing'le how i met your mother'daki barney stinson arasında.
-barney bilmem kaç sezon takım elbiseden başka bi şey giymez, artiz artiz dolanır ortalıkta. chandler, adam gibi giyinir, müthiş gömlekleri vardır. dar kotlarını bi kenara bırakalım şimdilik.
-barney dediğin adam bilmem kaç sezonu "awesome, legendary, suit up" gibi sayılı espriyle geçirirken, chandler aynı espriyi iki kere yapmaz bile.
-chandler bing dünya dizi tarihine "the world is my lesbian wedding" repliğini kazandırmıştır. barney stinson, her şeye "it's gonna be legendary" diye diye işin cılkını çıkarmıştır.
-barney alenen sapıktır. chandler böyle bir eğilim göstermez.
-barney, yine friends'deki joey'e benzer. chandler'ı kimseye benzetemedim.
-barney hep aynıdır. heeeeepp aynıdır. chandler gülmekten yere serer.
-barney pepsi'yse, chandler coca cola'dır.
bu kadar da iddialıyım. şimdi sakin olun. ben dedim kızmaca darılmaca yok diye. hadi yakşamlar.
11 Temmuz 2011 Pazartesi
hayret bir derya büyükuncu yaa..
selam. (denizkankamneyaptın?!)
geçen yazının başlığı hayalistan idi. onu açıklayayım bi önce. sonra bi şey daha açıklıcam. hayatın sırrı falan değil ama, işte ne bileyim, açıklayasım geldi. şimdi ben bi kitap okudum, hayatım değişti. kitabın adı bitmeyecek öykü, yazarı michael ende. kitap ne anlatıyo desen cevap veremem doğru düzgün, ama bi çocuk var, fantazya diye bi yer var, bitmeyecek bir öykü var, dünyanın en renkli hayal dünyası var. kitabın bi de filmi var. yıllar önce trt, filmi yayınlarken, dublajda sen tut, koca fantazya'yı hayalistan olarak çevir. sonra vay efendim, bu çocuklar neden yaratıcı olmuyor, bizim ülkemizden neden bir ezop, bir la fontaine çıkmıyor. la fontaine diye de şarkı var, allahın belası.
gerçi aynı trt, bir belgeselde balıkların spermine de süt demişti. ne bekliyosun ki bu kafadan? süt o süt. baya aynes falan. bölümümden şüphe ettim trt sayesinde. maç trt'de izlenir.
muse'un solisti "beriiiiiiiinn hüv ay vont leçyuu beriiiiinn hüüğ ay vont leçyu mördariinnnnn hüüğ.." diye söylüyo ya şarkıları. hastasıyım. o hüğ'ler yok mu.. of. hüğ cekmın.
ha bi de yeri gelmişken, kıpsta'yı da açıklıyım gitsin. yok ya da açıklamıyım ya. of çok uzun sürücek. merak et dur, bana ne ya. bir şizofrenin yazılarını takip ettiğin için üzülüyo olabilirsin ama açıklamıcam. git.
yolda benle karşılaşıp "ee bi yere gitmiyo musun tatilde?" demeyen ilk kişiye çikolata şelalesi hediye. nerden, nası alıcam bilmiyorum ama içim rahat. herkes mutlaka soruyo. cevaplıyım bi kez daha, hayır gitmicem. vay anasını yaa. ben bile şaşırdım şu an. nası gitmem yaa, napıcaksam ankara'da? geçen yazıda da dediğim gibi, bi yaz öyle yerlere gidicem ki, hepiniz tövbe ediceksiniz bu soruyu sormaya. böyle de gözdağı veririm.
ya ben bu kadar uğraşıp yazdım, senin okuman 1 dakika bile sürmedi ya. ona yanıyorum işte her yazı sonunda. pff. bi de kitap yazsam iyice bunalıma girerim herhalde. of hele bi de yönetmen olsam. ben 3 yılda film çekeyim, sen gel 1 buçuk saatte bitir filmi elinde mısırınla, sonra kalk de ki "kurgu hatası var, ordaki o kablo hiç olmamış.". adamın ağzını kırarım yeminle. pis herif.
hadi gittim. saçma kokteyller için. ilginç yerlere gidin. sonra bana anlatın tamam mı hepsini.. ee ne de olsa ankara'dayım bütün yaz, benim iş de zor.
geçen yazının başlığı hayalistan idi. onu açıklayayım bi önce. sonra bi şey daha açıklıcam. hayatın sırrı falan değil ama, işte ne bileyim, açıklayasım geldi. şimdi ben bi kitap okudum, hayatım değişti. kitabın adı bitmeyecek öykü, yazarı michael ende. kitap ne anlatıyo desen cevap veremem doğru düzgün, ama bi çocuk var, fantazya diye bi yer var, bitmeyecek bir öykü var, dünyanın en renkli hayal dünyası var. kitabın bi de filmi var. yıllar önce trt, filmi yayınlarken, dublajda sen tut, koca fantazya'yı hayalistan olarak çevir. sonra vay efendim, bu çocuklar neden yaratıcı olmuyor, bizim ülkemizden neden bir ezop, bir la fontaine çıkmıyor. la fontaine diye de şarkı var, allahın belası.
gerçi aynı trt, bir belgeselde balıkların spermine de süt demişti. ne bekliyosun ki bu kafadan? süt o süt. baya aynes falan. bölümümden şüphe ettim trt sayesinde. maç trt'de izlenir.
muse'un solisti "beriiiiiiiinn hüv ay vont leçyuu beriiiiinn hüüğ ay vont leçyu mördariinnnnn hüüğ.." diye söylüyo ya şarkıları. hastasıyım. o hüğ'ler yok mu.. of. hüğ cekmın.
ha bi de yeri gelmişken, kıpsta'yı da açıklıyım gitsin. yok ya da açıklamıyım ya. of çok uzun sürücek. merak et dur, bana ne ya. bir şizofrenin yazılarını takip ettiğin için üzülüyo olabilirsin ama açıklamıcam. git.
yolda benle karşılaşıp "ee bi yere gitmiyo musun tatilde?" demeyen ilk kişiye çikolata şelalesi hediye. nerden, nası alıcam bilmiyorum ama içim rahat. herkes mutlaka soruyo. cevaplıyım bi kez daha, hayır gitmicem. vay anasını yaa. ben bile şaşırdım şu an. nası gitmem yaa, napıcaksam ankara'da? geçen yazıda da dediğim gibi, bi yaz öyle yerlere gidicem ki, hepiniz tövbe ediceksiniz bu soruyu sormaya. böyle de gözdağı veririm.
ya ben bu kadar uğraşıp yazdım, senin okuman 1 dakika bile sürmedi ya. ona yanıyorum işte her yazı sonunda. pff. bi de kitap yazsam iyice bunalıma girerim herhalde. of hele bi de yönetmen olsam. ben 3 yılda film çekeyim, sen gel 1 buçuk saatte bitir filmi elinde mısırınla, sonra kalk de ki "kurgu hatası var, ordaki o kablo hiç olmamış.". adamın ağzını kırarım yeminle. pis herif.
hadi gittim. saçma kokteyller için. ilginç yerlere gidin. sonra bana anlatın tamam mı hepsini.. ee ne de olsa ankara'dayım bütün yaz, benim iş de zor.
9 Temmuz 2011 Cumartesi
hayalistan
bak yine yaz tatili. yine can sıkıntısı. yine bir blog yazısı. canım sıkılmayınca yazamıyorum. yok.
friends diye dizi var, bilirsin. inanılmaz komik ya. bak tatilin bitmesine daha var, şimdi başlasan sezonları yarılarsın. sonra zaten bırakamıcaksın. çocuklar duymasın'dan, yahşi cazibe'den ve aklına gelebilecek bütün komedi dizilerinden komik. hele o chandler yok mu, vay arkadaş ya. "oh, look joey, that's the woman we ordered."
beni az çok tanıyan bilir, Pink Floyd diye bi grup çıkmış, onların hastasıyım işte ben. açıp açıp The Wall albümünü baştan sona dinliyorum falan. The Wall da gelmiş geçmiş en iyi müzik albümü olabilir, öyle de iddialıyım. neyse işte, bir arkadaş Londra'ya dil okuluna gitti, orda bir host family'nin yanında kalıyo. bu arkadaş da benim gibi Pink Floyd hastası. bi gün host babayla muhabbet ederken, "ben şöyle severim onları, böyle severim, hele The Wall yok mu.." diye, sen host baba, tut, The Wall'un plağını bu arkadaşa hediye et. orada çok ucuzmuş da plaklar, o yüzden böyle rahat davranmış herhalde host baba. bak düşündükçe aklımı yitiricek gibi oluyorum. "just nod if you can hear me.."
aziz yıldırım'ın gözaltı fotoğraflarını koyan gazetenin de allah belasını verebilir bence, sorun yok. özel hayatın gizliliği vardı bi ara, noldu ona?
"kelimeler, sokaklar ve evler ne kadar da boş şeyler, sen gizlice ağlarken. biraz umut, biraz sevgi ne çok şey demek oysa, senden uzakta.. ama kim bilir belki bir gün, o yaşarken sen ölmezsin. acılar akıp gider, akıp gider."
hayatımın bi döneminde, aynı yıl içinde önce Barcelona gezisi + Nou Camp'ta El Clasico maçı izleme, Wimbledon + Roland Garros finaline gitme, NBA All Star'ı yerinde seyretme, ülkeye gelen bütün baba grupların (ama hepsinin) konserine gitme, olimpiyatları izleme ve son olarak kazanacağımız bir Galatasaray - Fenerbahçe derbisi görme aktivitelerini yapacağıma inanıyorum. bu kararı dünki Bon Jovi konserinden sonra aldım, yani inanma kararını. neyse, şimdiden "ne zaman kazandınız ki la? ehehehehehe" dediğinizi duyar gibiyim küçük fanatikler.
şimdi gideyim de sıkıcı hayatıma devam edeyim. özlemişim haa. naber?
dur dur gitmeden.. Dark City izle, Twelve Monkeys izle, The Devil's Advocate izle, Im Juli izle..
friends diye dizi var, bilirsin. inanılmaz komik ya. bak tatilin bitmesine daha var, şimdi başlasan sezonları yarılarsın. sonra zaten bırakamıcaksın. çocuklar duymasın'dan, yahşi cazibe'den ve aklına gelebilecek bütün komedi dizilerinden komik. hele o chandler yok mu, vay arkadaş ya. "oh, look joey, that's the woman we ordered."
beni az çok tanıyan bilir, Pink Floyd diye bi grup çıkmış, onların hastasıyım işte ben. açıp açıp The Wall albümünü baştan sona dinliyorum falan. The Wall da gelmiş geçmiş en iyi müzik albümü olabilir, öyle de iddialıyım. neyse işte, bir arkadaş Londra'ya dil okuluna gitti, orda bir host family'nin yanında kalıyo. bu arkadaş da benim gibi Pink Floyd hastası. bi gün host babayla muhabbet ederken, "ben şöyle severim onları, böyle severim, hele The Wall yok mu.." diye, sen host baba, tut, The Wall'un plağını bu arkadaşa hediye et. orada çok ucuzmuş da plaklar, o yüzden böyle rahat davranmış herhalde host baba. bak düşündükçe aklımı yitiricek gibi oluyorum. "just nod if you can hear me.."
aziz yıldırım'ın gözaltı fotoğraflarını koyan gazetenin de allah belasını verebilir bence, sorun yok. özel hayatın gizliliği vardı bi ara, noldu ona?
"kelimeler, sokaklar ve evler ne kadar da boş şeyler, sen gizlice ağlarken. biraz umut, biraz sevgi ne çok şey demek oysa, senden uzakta.. ama kim bilir belki bir gün, o yaşarken sen ölmezsin. acılar akıp gider, akıp gider."
hayatımın bi döneminde, aynı yıl içinde önce Barcelona gezisi + Nou Camp'ta El Clasico maçı izleme, Wimbledon + Roland Garros finaline gitme, NBA All Star'ı yerinde seyretme, ülkeye gelen bütün baba grupların (ama hepsinin) konserine gitme, olimpiyatları izleme ve son olarak kazanacağımız bir Galatasaray - Fenerbahçe derbisi görme aktivitelerini yapacağıma inanıyorum. bu kararı dünki Bon Jovi konserinden sonra aldım, yani inanma kararını. neyse, şimdiden "ne zaman kazandınız ki la? ehehehehehe" dediğinizi duyar gibiyim küçük fanatikler.
şimdi gideyim de sıkıcı hayatıma devam edeyim. özlemişim haa. naber?
dur dur gitmeden.. Dark City izle, Twelve Monkeys izle, The Devil's Advocate izle, Im Juli izle..
3 Mayıs 2011 Salı
seçici geçirgen
merhaba. hiç "ne zamandır yazmadıydık." geyiğine girmeden olaya giriyorum.
her şeyi yasaklayan zihniyet, yeni projesiyle karşımızda: internet filtresi. "o ne ki?" demeyin. o, dünyanın en mantıklı kötülerden korunma yöntemi. ağustos'ta bütün internet kullanıcılarına çeşitli seçenekler sunulucak, çocuk paketi, aile paketi bilmem ne diye. seçtiğiniz pakete göre bazı sitelere erişme hakkınız olacak. bunların dışındakilere erişmeye çalıştığınızda suçlu sayılıcaksınız. modern bi yöntem değil mi sizce de? neydi o öyle "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." falan. çok demode. artık bu sistemle youtube kapandığında dns değiştirip falan giremiceksiniz öyle, zındıklar sizi. hükümet ne isterse, mahkemeler neyin kararını verdiyse o sitelere gireceksiniz. iyice yoldan çıkmıştınız çünkü. utanmazlar. siz kimsiniz ki, kendi kendinize bi şeylere karar verebilesiniz? siz kimsiniz ki, çocuklarınızın gelişimini yönlendirebilesiniz? bu sistemle her şey çok güzel olacak, inanın.
yandaş medyasını, yandaş şirketlerini yaratan, şimdi de yandaş internetini yaratıcak. ve biz, yine her zaman yaptığımız gibi, google'a "filtre çözme" "filtre kırma" gibi şeyler yazıp bu yolun da cinliğini bulmaya çalışıcaz. gün gelip google'a erişim de yasaklandığında kafamıza dank edicek çünkü, artık kalkıp bişiler yapmamız gerektiği. birileri de çıkıp konuşucak, "bu hükümet gelmiş geçmiş en iyi hükümettir!" diye. hiç anlamıcaklar, bunun da iyi bi şey olduğunu sanıcaklar. ve biz kendimizi yıpratıcaz, boş yere. hiçbir yere gitmeyen cümleler kurarak.
bi yanda bunlar olurken, diğer yanda yandaş şirketlerden birine bağlı, gecesi 450 euro olan otel ayın 20'si olmasına rağmen çalışanlarına maaş verememeye; ülke olarak hiçbir işimize yaramayan projeler halka sunulduğunda alkışlar kopmaya; akşam saat 21:30'da bütün kanallarda "iyi uykular çocuklaaar.." yazmaya; "siz 5 bin kişiyle gelirseniz, biz de 10 bin genci süreriz!" denmeye; sehven şifre yaratan başkanlar koltuğunda oturmaya; 1 mayıs günleri, sistemin bir ferdi olarak kıskançlıktan geberen adamlar oraya buraya "bugün 1 mayıs'ı kutlayan solcuların yüzde 90'ı ne işçidir, ne de yakın akrabaları işçidir!" yazmaya devam edicek. ve biz, kimsenin umrunda olmayan cümleler kurarak boğazımızı yıpratıcaz. kimse duymayacak. ama kimse..
çok merak ediyosan, benim babam işçi emeklisi seni küçük statükocu. hayatım boyunca da senin gibi adamlar nefret edicem, hiç şüphen olmasın. şimdi otur ve hükümeti neresinden övüceğini düşün bence sen.
her şeyi yasaklayan zihniyet, yeni projesiyle karşımızda: internet filtresi. "o ne ki?" demeyin. o, dünyanın en mantıklı kötülerden korunma yöntemi. ağustos'ta bütün internet kullanıcılarına çeşitli seçenekler sunulucak, çocuk paketi, aile paketi bilmem ne diye. seçtiğiniz pakete göre bazı sitelere erişme hakkınız olacak. bunların dışındakilere erişmeye çalıştığınızda suçlu sayılıcaksınız. modern bi yöntem değil mi sizce de? neydi o öyle "bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." falan. çok demode. artık bu sistemle youtube kapandığında dns değiştirip falan giremiceksiniz öyle, zındıklar sizi. hükümet ne isterse, mahkemeler neyin kararını verdiyse o sitelere gireceksiniz. iyice yoldan çıkmıştınız çünkü. utanmazlar. siz kimsiniz ki, kendi kendinize bi şeylere karar verebilesiniz? siz kimsiniz ki, çocuklarınızın gelişimini yönlendirebilesiniz? bu sistemle her şey çok güzel olacak, inanın.
yandaş medyasını, yandaş şirketlerini yaratan, şimdi de yandaş internetini yaratıcak. ve biz, yine her zaman yaptığımız gibi, google'a "filtre çözme" "filtre kırma" gibi şeyler yazıp bu yolun da cinliğini bulmaya çalışıcaz. gün gelip google'a erişim de yasaklandığında kafamıza dank edicek çünkü, artık kalkıp bişiler yapmamız gerektiği. birileri de çıkıp konuşucak, "bu hükümet gelmiş geçmiş en iyi hükümettir!" diye. hiç anlamıcaklar, bunun da iyi bi şey olduğunu sanıcaklar. ve biz kendimizi yıpratıcaz, boş yere. hiçbir yere gitmeyen cümleler kurarak.
bi yanda bunlar olurken, diğer yanda yandaş şirketlerden birine bağlı, gecesi 450 euro olan otel ayın 20'si olmasına rağmen çalışanlarına maaş verememeye; ülke olarak hiçbir işimize yaramayan projeler halka sunulduğunda alkışlar kopmaya; akşam saat 21:30'da bütün kanallarda "iyi uykular çocuklaaar.." yazmaya; "siz 5 bin kişiyle gelirseniz, biz de 10 bin genci süreriz!" denmeye; sehven şifre yaratan başkanlar koltuğunda oturmaya; 1 mayıs günleri, sistemin bir ferdi olarak kıskançlıktan geberen adamlar oraya buraya "bugün 1 mayıs'ı kutlayan solcuların yüzde 90'ı ne işçidir, ne de yakın akrabaları işçidir!" yazmaya devam edicek. ve biz, kimsenin umrunda olmayan cümleler kurarak boğazımızı yıpratıcaz. kimse duymayacak. ama kimse..
çok merak ediyosan, benim babam işçi emeklisi seni küçük statükocu. hayatım boyunca da senin gibi adamlar nefret edicem, hiç şüphen olmasın. şimdi otur ve hükümeti neresinden övüceğini düşün bence sen.
19 Ocak 2011 Çarşamba
a tribute to tyler durden
hayat onların istediği gibi. onlar ne diyosa o.
onların tek derdi bize karışmak. onların istediği gibi yaşıyoruz. nası yaşayacağımızı gösterdiler, biz de yapıyoruz.
onların yaptıkları şarkıların kliplerinde kendimizi görüyoruz. çünkü bize nasıl aşık olunacağını, aşık olunana nasıl yaklaşılacağını, aşk acısı çekince hangi şarkıyı dinleyip hüzünleneceğimizi, hangi kriterlere aşık olmamız gerektiğini onlar söyledi.
hangi filmleri beğeneceğimizi, hangi marka giyinirsek daha şık görüneceğimizi, nerelerde yemek yersek daha asil duracağımızı hep onlar öğretti. eğer bir gün yurt dışına çıkarsak nereye gitmek istemeliymişiz, onlar söyledi. hangi spor dalından zevk almalıyız, hangi takımı tutmalıyız, hep onların kararı.
onlar istedi diye kanuni'nin nasıl bir insan olduğunu televizyon dizisinden öğreniyoruz, tarih öğretmenimizden değil. evlenmek o kadar önemli ki, onların sayesinde, bunu bütün ülkeye duyurmak için televizyondaki programlardan haykırdık evlenmek istediğimizi. onlar dedi ki bize: "bak bu okul ülkenin en iyisi, eğer burada okursan, mezun olunca çok para kazanırsın, ve para dünyanın en güzel, en önemli şeyidir." biz de "tamam," dedik, "bana uyar." bir arkadaşımızın doğum gününü bile 0'lar ve 1'lerle kutluyoruz, sözcüklerle değil.
"rolex dünyanın en iyi saat markasıdır, çünkü pahalıdır, pahalı olan her zaman iyidir. ama şunu da bilin ki, bu da diğer markalar gibi pille çalışıyo, uranyumla değil. unutmayın, pahalı olan her zaman iyidir. ucuz mal alıp iki ayda bir değiştireceğine, tayland'da günde 1 dolara çalışan çocukların yaptığı bu marka ayakkabıdan alırsan yıllarca giyebilirsin. ya da mesela, fabrikalarında çalışan işçilerin akciğer hastası olduğu bu marka pantolonu giyersen 20 yıl garanti verebilirim sana. aynı şekilde, kötü çalışma şartlarından yakınan işçilerine 'böyle şeyler olur' diye cevap veren bilgisayar markasının ürününü alırsan, dünyanın en karizmatik telefonuna sahip olabilirsin." dediler. ilgimizi çekti.
amerika'yla aynı anda yayınlanan filmleri, sırf amerika'yla aynı anda vizyonda diye gidip izledik, sonra her tarafa repliklerini yazdık. avrupa'nın en çok satan kitabını aldık, okuduk, hayatımızda okuduğumuz 8 kitaptan bir tanesi olarak, ve kendimizi filozof zannettik. bilgisayarın başına oturup saatlerce düşündük, şu dikdörtgenin içine ne yazsam da insanlar beğense diye, ve yazdık: "başım ağrıyo :("
tyler durden'ın söylediği gibi, "biz, tarihin ortanca çocuklarıyız, dostlarım. ne Büyük Buhran'ımız var, ne Dünya Savaşı'mız. ileride bir gün, çok zengin olacağımıza inandırılarak büyüdük, ama olmayacağız. bütün bir nesil, benzincide pompacılık yapıyor. ve bunun yüzünden, çok ama çok kızgınız."
size bişi söyliyim mi? escalade arabamız, rolex saatimiz, iphone 4'ümüz, dört katlı evimiz, levi's kotumuz, polo tişörtümüz, ikea mobilyamız, siemens ankastre mutfak setimiz, apple macbook pro bilgisayarımız, facebook hesabımız, izdivaç'ımız, nazlı ılıcak'ımız, secret'ımız, kurtlar vadi'miz olmadan da muhteşem insanlarız biz. ama farkında değiliz işte, orası kötü.
onların tek derdi bize karışmak. onların istediği gibi yaşıyoruz. nası yaşayacağımızı gösterdiler, biz de yapıyoruz.
onların yaptıkları şarkıların kliplerinde kendimizi görüyoruz. çünkü bize nasıl aşık olunacağını, aşık olunana nasıl yaklaşılacağını, aşk acısı çekince hangi şarkıyı dinleyip hüzünleneceğimizi, hangi kriterlere aşık olmamız gerektiğini onlar söyledi.
hangi filmleri beğeneceğimizi, hangi marka giyinirsek daha şık görüneceğimizi, nerelerde yemek yersek daha asil duracağımızı hep onlar öğretti. eğer bir gün yurt dışına çıkarsak nereye gitmek istemeliymişiz, onlar söyledi. hangi spor dalından zevk almalıyız, hangi takımı tutmalıyız, hep onların kararı.
onlar istedi diye kanuni'nin nasıl bir insan olduğunu televizyon dizisinden öğreniyoruz, tarih öğretmenimizden değil. evlenmek o kadar önemli ki, onların sayesinde, bunu bütün ülkeye duyurmak için televizyondaki programlardan haykırdık evlenmek istediğimizi. onlar dedi ki bize: "bak bu okul ülkenin en iyisi, eğer burada okursan, mezun olunca çok para kazanırsın, ve para dünyanın en güzel, en önemli şeyidir." biz de "tamam," dedik, "bana uyar." bir arkadaşımızın doğum gününü bile 0'lar ve 1'lerle kutluyoruz, sözcüklerle değil.
"rolex dünyanın en iyi saat markasıdır, çünkü pahalıdır, pahalı olan her zaman iyidir. ama şunu da bilin ki, bu da diğer markalar gibi pille çalışıyo, uranyumla değil. unutmayın, pahalı olan her zaman iyidir. ucuz mal alıp iki ayda bir değiştireceğine, tayland'da günde 1 dolara çalışan çocukların yaptığı bu marka ayakkabıdan alırsan yıllarca giyebilirsin. ya da mesela, fabrikalarında çalışan işçilerin akciğer hastası olduğu bu marka pantolonu giyersen 20 yıl garanti verebilirim sana. aynı şekilde, kötü çalışma şartlarından yakınan işçilerine 'böyle şeyler olur' diye cevap veren bilgisayar markasının ürününü alırsan, dünyanın en karizmatik telefonuna sahip olabilirsin." dediler. ilgimizi çekti.
amerika'yla aynı anda yayınlanan filmleri, sırf amerika'yla aynı anda vizyonda diye gidip izledik, sonra her tarafa repliklerini yazdık. avrupa'nın en çok satan kitabını aldık, okuduk, hayatımızda okuduğumuz 8 kitaptan bir tanesi olarak, ve kendimizi filozof zannettik. bilgisayarın başına oturup saatlerce düşündük, şu dikdörtgenin içine ne yazsam da insanlar beğense diye, ve yazdık: "başım ağrıyo :("
tyler durden'ın söylediği gibi, "biz, tarihin ortanca çocuklarıyız, dostlarım. ne Büyük Buhran'ımız var, ne Dünya Savaşı'mız. ileride bir gün, çok zengin olacağımıza inandırılarak büyüdük, ama olmayacağız. bütün bir nesil, benzincide pompacılık yapıyor. ve bunun yüzünden, çok ama çok kızgınız."
size bişi söyliyim mi? escalade arabamız, rolex saatimiz, iphone 4'ümüz, dört katlı evimiz, levi's kotumuz, polo tişörtümüz, ikea mobilyamız, siemens ankastre mutfak setimiz, apple macbook pro bilgisayarımız, facebook hesabımız, izdivaç'ımız, nazlı ılıcak'ımız, secret'ımız, kurtlar vadi'miz olmadan da muhteşem insanlarız biz. ama farkında değiliz işte, orası kötü.
18 Ocak 2011 Salı
curve is not average, rage is not anger
merhaba! son final öncesi bişiler "karalamak" istedim. mazur görün. gerçi iki ay mı ne olmuş. görüceksiniz tabi. neyse.
bikaç sorum olucak sevgili okur:
-facebook olmasaydı, final öncesi neyle oyalanıcaktık? bahanemiz ne olucaktı?
-tt arena galatasaray'ın olmazsa mesela, türk milli takımı'nın mı olacak? yıkıcaklar mı stadı yoksa? nası olucak o iş?
-bir insan neden futbolu sevmez?
-acaba sinan özen, geçmişine dönüp baktığında, "kulağımdan öp beniii gıdıklanıyım.. hoşnut kalayım.." şeklinde bir şarkı söylediğine pişman olmuş mudur?
-ya da mesela muhiddin uğuz, bu gece rahat uyuyabilecek mi?
-emre aköz'deki kafa herkeste olsa, çok eğlenmez miyiz?
-twitter dünyanın en boş sitesi olmasına rağmen neden bırakamıyoruz?
-biyoloji neden bu kadar güzel?
-"babam bu kadar güzel pasta yapmayı nerden öğrendi?"
-metallica bi daha gelir mi sence?
-"aç şu kalbini söyle, hayatın gerçek mi?"
-"what is the matrix?"
-ve en önemlisi sevgili okur, hiç bunları düşündün mü?
yaa ya. saçma oldu evet.
yalnız şöyle de bi durum var: bir insanı ıslıklamak, protesto etmek, demokratik haktır. her karşıt görüş duyduğunda mekanı terk eden ülke yöneticileri, oturup bunu düşünmelidirler. tehditle, "topunuzu keserim"le bir yere varılmaz. basın toplantısında "protestocuları belirleyip ağızlarını kırıcaz." diye açıklama yapıp iki gün sonra internet sitesi aracılığıyla "yalnız o cümledeki 'protestocular' sehven söylenmişti, 'provokatörler' olucak o, ehehe." diye açıklama yapan kulüp yöneticisiyle de bir yere varılmaz. ama ben hala, önderliğinde bir yerlere varabileceğimiz insanların, düşüncelerin bir gün farkına varacağımıza inanıyorum. "sizin kulüp daha eski stadın kirasını ödeyemedi lan, ne seviniyosunuz." diyen insan da benim gözümde şu ülkedeki en gereksiz insandır. tabii, ismail yk'yı bi kenara bırakırsak. gerçi bu ülkede "benim paramla yapılmış okullarda okuyosunuz, ben gidip özel üniversiteye milyarlarca lira para veriyorum. böyle konuşacaksanız, okumayın, çıkın lan yaptırdığım okuldan!" diye konuşan insanlar varken bunlara şaşırmamak lazım.
teşekkürler, iyi günler.
bikaç sorum olucak sevgili okur:
-facebook olmasaydı, final öncesi neyle oyalanıcaktık? bahanemiz ne olucaktı?
-tt arena galatasaray'ın olmazsa mesela, türk milli takımı'nın mı olacak? yıkıcaklar mı stadı yoksa? nası olucak o iş?
-bir insan neden futbolu sevmez?
-acaba sinan özen, geçmişine dönüp baktığında, "kulağımdan öp beniii gıdıklanıyım.. hoşnut kalayım.." şeklinde bir şarkı söylediğine pişman olmuş mudur?
-ya da mesela muhiddin uğuz, bu gece rahat uyuyabilecek mi?
-emre aköz'deki kafa herkeste olsa, çok eğlenmez miyiz?
-twitter dünyanın en boş sitesi olmasına rağmen neden bırakamıyoruz?
-biyoloji neden bu kadar güzel?
-"babam bu kadar güzel pasta yapmayı nerden öğrendi?"
-metallica bi daha gelir mi sence?
-"aç şu kalbini söyle, hayatın gerçek mi?"
-"what is the matrix?"
-ve en önemlisi sevgili okur, hiç bunları düşündün mü?
yaa ya. saçma oldu evet.
yalnız şöyle de bi durum var: bir insanı ıslıklamak, protesto etmek, demokratik haktır. her karşıt görüş duyduğunda mekanı terk eden ülke yöneticileri, oturup bunu düşünmelidirler. tehditle, "topunuzu keserim"le bir yere varılmaz. basın toplantısında "protestocuları belirleyip ağızlarını kırıcaz." diye açıklama yapıp iki gün sonra internet sitesi aracılığıyla "yalnız o cümledeki 'protestocular' sehven söylenmişti, 'provokatörler' olucak o, ehehe." diye açıklama yapan kulüp yöneticisiyle de bir yere varılmaz. ama ben hala, önderliğinde bir yerlere varabileceğimiz insanların, düşüncelerin bir gün farkına varacağımıza inanıyorum. "sizin kulüp daha eski stadın kirasını ödeyemedi lan, ne seviniyosunuz." diyen insan da benim gözümde şu ülkedeki en gereksiz insandır. tabii, ismail yk'yı bi kenara bırakırsak. gerçi bu ülkede "benim paramla yapılmış okullarda okuyosunuz, ben gidip özel üniversiteye milyarlarca lira para veriyorum. böyle konuşacaksanız, okumayın, çıkın lan yaptırdığım okuldan!" diye konuşan insanlar varken bunlara şaşırmamak lazım.
teşekkürler, iyi günler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)