hey! (amerikanlar böyle selam veriyo ya, hastasıyım.) merhabalar efendim. çok yazasım var. kusuruma bakmayın.
bugün direnle konuşuyoruz, buraya yazayım dedim. bak ilk defa diren adını kullanıp bloguna link vermedim. böyle de okur-friendly bi adamım. neyse. dedik ki, "abi düşünsene karl marx'la arkadaş olmak ne zordur ya..". sence de öyle diil mi? karl marx yaa düşünsene.. adam sürekli dertli böyle. "nolucak lan bu dünyanın hali?! bişiler yapmak lazım" diye geziyo sürekli. elleri başında, bitap bi hali var daima. "abi cumartesi çıkıcaz biz gelir misin?" diyosun, "siz kapitalizmin uşağı olmuşsunuz olm!!" diye cevap veriyo falan. adolf hitler'le arkadaş olsan ayrı dert mesela. sürekli sinirli bi adam karşında. "sen alman mısın lan? hı? getir, kafanı getir ölçücem! das ist eine Katastrophe ulan! hiirrrüğğğööö!!" diye geziyo adam böyle. allah korusun ya.
bazı insanların da "bir cumartesi akşamı, ve ben evdeyim!!" gibi atarlara gelmesini anlamıyorum. ben her cumartesi evdeyim nerdeyse. gel bize mısır patlatalım, film falan izleyelim, aktivite olur, hı? bunu neden dert ediyosun ki kendine? haftaya çıkarsın. hatta haftaya hem cuma hem cumartesi çıkarsın combo olur. nası? kafaya takmaya ne gerek var, rahatla biraz ya. sakin ol.
büyük şirketlerden bahsederken, şirketin sahibinin adını anıyoruz ya sadece. çok tuhafıma gidiyo. mesela apple söz konusu, iphone 4'ü eleştiricez, "abi bu steve jobs da tam şerefsiz ha. yapmış kıytırık aleti, milleti kandırıyo.. cıkcık.." ulan sanki koskoca apple şirketinde bi tek steve jobs çalışıyo, bütün aletleri, iPod'u, iPad'i, iPhone'u, hepsini o yapıyo böyle evde oturup. ya da mesela, feysbukta bişiler değişiyo, "bu mark da iyice oyuncak etti ha, oynayıp duruyo siteyle.." diyoruz. "mark" diyoruz bi de, lisede aynı sınıfta okumuşuz sanki. şirket lan bunlar. şirket. baya böyle binası falan var, sekreter, yönetim kurulu falan. sanki evindeki bilgisayardan girip, elinde kahve, gözünde gözlük kod yazıyo mark zuckerberg. teallam ya.
dünyanın en iyi cover'ı green day - working class hero olabilir. odur demiyorum, olabilir diyorum. biraz düşünmem lazım.
o zaman, caner kaçar. öperim.
22 Kasım 2010 Pazartesi
20 Kasım 2010 Cumartesi
sürünceme
"buugün bayram erken kalkın çoc.." yanlış zamanlama, pardon.
bir bayramı daha geride bıraktığımız bu günlerde, hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz: "nerde o eski bayramlar?" belki sen düşünmüyosun ama ben düşünüyorum. yani oturup bir emekli edasıyla, öfkeli öfkeli diil de, bir Platon edasıyla, sakin sakin düşünüyorum.
ben çocukluğumdaki bayramların tadını alamıyorum artık. bilmiyorum, büyüdüm diye mi, yoksa cidden babalarımızın dediği "eski ruh kalmadı." cümlesinden dolayı mı. ama yok yani. eski bayramlar yok. of yapamıcam. şu konuda satırlarca yazmayı beceremicem. bayramdı, geldi geçti işte. çoğunuz tatil diye baktınız buna ama, öyle diil. valla. sınavda çıkıcak bunların hepsi.
bayrama girmeden hemen önce, biz 1. sınıf sayısal öğrencileri, bir sınava girdik. öyle bi sınav ki, haftalarca konuşulsun, üst sınıflardan alınan "olm o kadar zor oluyo ki, o verilen süre yetmiyo. bazen 3 soruya 320 dakika veriyolar. hiçbi şey yapamıyosun." tavsiyeleriyle ünlü olsun, koordinatörü dünyanın en egolu insanı olsun. düşünün. öss gibi bişi nerdeyse. calculus'ten bahsediyorum, adına besteler yapılan ders. mühendislerin, fencilerin korkulu rüyası, KALKÜLÜS!! neyse efenim, sınava bi girdik, ego insanı, yüce koordinatör muhiddin uğuz ilk şakasını yapmış bize: sınav 119 dakika. sınıfta gereksiz bi gülüşme. sanki muhiddin ordaymış da, ona yaranmaya çalışıyomuşuz gibi. komik diil ulan işte, ayrıca geçmiş yılların sorularında da gördük, bu şakayı daha önce defalarca yapmış bu adam. neyse, sınava başladık. sınav o kadar kolaydı ki, salak salak hatalar yaptık çoğumuz. geldi geçti o da. büyüttük büyüttük, lise son öğrencisine versen yapılcak sorular çıktı karşımıza. ama kötü geçti. tuhaf. efsunlu falan heralde allahın belası ders.
bayramda baklava olmayan eve, bayram evi demem ben arkadaş. ki zaten bayram evi diye bişi yok, niye diyosam. evde kimse baklava sevmese bile bulunması lazım. tut ki, çatkapı caner geldi. napıcan? baklava ikram etmeyenleri tek tek not ettim. yıl içinde, hiç beklemediğiniz bi anda, çeşitli işkencelerle intikamımı alacağım. ayrıca çikolatalı draje olmayan şekerlik de şekerlik diildir. bu da böyle biline. bayram manifestosu yazıcam, kafaya koydum.
bir mülyon canlı para da şu ülkenin en kanser yarışma programıdır. bir sorunun cevaplanması tam yarım saat sürüyo. tam "aha cevaplancak" diyosun, engin altan düzyatan beyefendi alakasız bi soruyla canımızı alıyo yine: "ceren.. sen evliydin diil mi?" ulan sana ne ya. bu soruları zaten yarışmaya katılım formunda cevaplıyo o insanlar. evli diilse napıcan, yazıcan mı? teyallam ya. tamam canlı yayınlıyosunuz, tamam reyting falan ama. bu ne arkadaş. yavaş yavaş öldürüyosunuz siz insanları. pisler.
son kez bişiye atarlanıp gidiyorum. eyy benimle aynı sayıda, aynı zorlukta dersleri alan genetikçi arkadaşım. senin bölümün benimkinden zor diil, bunu kafana koy. össde benden yüksek puan aldın diye benden daha zor bi bölüm kazanacağın fikrini aşılamış olabilirler sana ama öyle bişi yok. sen rapor yazıyosan, ben de aynı raporu yazıyorum. sen gene101 dersine giriyosan, ben bio101 dersine giriyorum. ikide bi atara gelip oraya buraya "off rapor yazmam lazım nefret ediyorum yeaaaaaa, genetik çok zor! :(((((" yazmaya gerek yok. "sanki bi tek siz rapor yazıyosunuz bee" derler, sesini çıkaramazsın. dikkat et. ayrıca kimse sana bu bölümün kolay olacağını söylemedi. kimse sana lab raporu yazmanın dünyanın en eğlenceli şeyi olduğunu söylemedi. ergen gibi davranmayı bırakıp okulunu oku. saygılar.
oh rahatladım.
hepinize iyi günler. mutluluklar.
not: baklava cevizli olursa..
bir bayramı daha geride bıraktığımız bu günlerde, hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz: "nerde o eski bayramlar?" belki sen düşünmüyosun ama ben düşünüyorum. yani oturup bir emekli edasıyla, öfkeli öfkeli diil de, bir Platon edasıyla, sakin sakin düşünüyorum.
ben çocukluğumdaki bayramların tadını alamıyorum artık. bilmiyorum, büyüdüm diye mi, yoksa cidden babalarımızın dediği "eski ruh kalmadı." cümlesinden dolayı mı. ama yok yani. eski bayramlar yok. of yapamıcam. şu konuda satırlarca yazmayı beceremicem. bayramdı, geldi geçti işte. çoğunuz tatil diye baktınız buna ama, öyle diil. valla. sınavda çıkıcak bunların hepsi.
bayrama girmeden hemen önce, biz 1. sınıf sayısal öğrencileri, bir sınava girdik. öyle bi sınav ki, haftalarca konuşulsun, üst sınıflardan alınan "olm o kadar zor oluyo ki, o verilen süre yetmiyo. bazen 3 soruya 320 dakika veriyolar. hiçbi şey yapamıyosun." tavsiyeleriyle ünlü olsun, koordinatörü dünyanın en egolu insanı olsun. düşünün. öss gibi bişi nerdeyse. calculus'ten bahsediyorum, adına besteler yapılan ders. mühendislerin, fencilerin korkulu rüyası, KALKÜLÜS!! neyse efenim, sınava bi girdik, ego insanı, yüce koordinatör muhiddin uğuz ilk şakasını yapmış bize: sınav 119 dakika. sınıfta gereksiz bi gülüşme. sanki muhiddin ordaymış da, ona yaranmaya çalışıyomuşuz gibi. komik diil ulan işte, ayrıca geçmiş yılların sorularında da gördük, bu şakayı daha önce defalarca yapmış bu adam. neyse, sınava başladık. sınav o kadar kolaydı ki, salak salak hatalar yaptık çoğumuz. geldi geçti o da. büyüttük büyüttük, lise son öğrencisine versen yapılcak sorular çıktı karşımıza. ama kötü geçti. tuhaf. efsunlu falan heralde allahın belası ders.
bayramda baklava olmayan eve, bayram evi demem ben arkadaş. ki zaten bayram evi diye bişi yok, niye diyosam. evde kimse baklava sevmese bile bulunması lazım. tut ki, çatkapı caner geldi. napıcan? baklava ikram etmeyenleri tek tek not ettim. yıl içinde, hiç beklemediğiniz bi anda, çeşitli işkencelerle intikamımı alacağım. ayrıca çikolatalı draje olmayan şekerlik de şekerlik diildir. bu da böyle biline. bayram manifestosu yazıcam, kafaya koydum.
bir mülyon canlı para da şu ülkenin en kanser yarışma programıdır. bir sorunun cevaplanması tam yarım saat sürüyo. tam "aha cevaplancak" diyosun, engin altan düzyatan beyefendi alakasız bi soruyla canımızı alıyo yine: "ceren.. sen evliydin diil mi?" ulan sana ne ya. bu soruları zaten yarışmaya katılım formunda cevaplıyo o insanlar. evli diilse napıcan, yazıcan mı? teyallam ya. tamam canlı yayınlıyosunuz, tamam reyting falan ama. bu ne arkadaş. yavaş yavaş öldürüyosunuz siz insanları. pisler.
son kez bişiye atarlanıp gidiyorum. eyy benimle aynı sayıda, aynı zorlukta dersleri alan genetikçi arkadaşım. senin bölümün benimkinden zor diil, bunu kafana koy. össde benden yüksek puan aldın diye benden daha zor bi bölüm kazanacağın fikrini aşılamış olabilirler sana ama öyle bişi yok. sen rapor yazıyosan, ben de aynı raporu yazıyorum. sen gene101 dersine giriyosan, ben bio101 dersine giriyorum. ikide bi atara gelip oraya buraya "off rapor yazmam lazım nefret ediyorum yeaaaaaa, genetik çok zor! :(((((" yazmaya gerek yok. "sanki bi tek siz rapor yazıyosunuz bee" derler, sesini çıkaramazsın. dikkat et. ayrıca kimse sana bu bölümün kolay olacağını söylemedi. kimse sana lab raporu yazmanın dünyanın en eğlenceli şeyi olduğunu söylemedi. ergen gibi davranmayı bırakıp okulunu oku. saygılar.
oh rahatladım.
hepinize iyi günler. mutluluklar.
not: baklava cevizli olursa..
14 Ekim 2010 Perşembe
elephant gun
başlamadan not: bu yazı, odtü'de okumayanlar için bir şey ifade etmeyebilir. yazı hiçbir genelleme amacı güdülmeden yazılacaktır. zaten, seslendiğim insanlar kendilerini bileceklerdir.
kafanızda bi düşünce var, atamıyosunuz. biz ne desek, ne anlatsak olmuyo. değiştiremiyosunuz o düşünceyi. anlatıyoruz, olmuyo. gösteriyoruz, olmuyo. bu inadı bi kenara bırakın artık, lütfen. başlıca argümanlarınızı alıp cevap vericem bi kez daha. umarım bu sefer olur.
"parti topluluğusunuz siz!"
değiliz arkadaşım. odtü radyo topluluğu'nun öncelikli amacı radyo insanı yetiştirmektir. bu amaçla kurulmuştur, amacını her yıl gerçekleştirmektedir. tanıtım günleri'nde de bunu söyledik biz, tanışma toplantısı'nda gösterdiğimiz videoda da. hem zaten adı radyo topluluğu olan bi oluşumdan sadece parti üzerine yoğunlaşmasını beklemek abes olurdu, değil mi? sırf eğlenmek için, yılda iki (inanmazsın ama, sayıyla 2) tane parti yapan bi grubu böyle karalamaya çalışmak, yaratıcılığın dip noktasında olunduğunun kanıtı bence. bilemedim. ben birini karalamaya çalışsam, somut bilgiler üzerinden yola çıkarım mesela.
parti sevmiyo da olabilirsin. dıptıs müzik seni açmıyodur belki, anlarım. ama her hoşuna gitmeyen etkinliğe çamur atma yetkisini vermez bu sana. dünya senin için dönmüyo zira. beğenmezsen "ben bunu beğenmiyorum, katılmak istemiyorum" dersin, gider beğendiğin etkinlikte yer alırsın. kimse de sana tek laf edemez. biri laf ederse gel beni bul.
"sizin topluluk tiki kaynıyo!.."
göstersene bi, nerde o tikiler? hem sen toplulukta bile diilsin, nası böyle bi genellemeye cüret edebiliyosun? bak yine babacan tavırla söylüyorum. bu böyle çamur atmayla olmaz. topluluğa gir, insanları tanı (kıyafetine, konuşmasına göre ayırmadan tanı ama), beğenmezsen çık git. istediğini söyle o zaman, yine kimse sana tek laf edemez. ve yine beni bulabilirsin laf eden olursa.
ben bu toplulukta onlarca (sayamadım şimdi) insanla tanıştım, hepsi mükemmel insanlar. pazar günü gelse de, radyo dersine gitsek, insanlarla muhabbet etsek diye geziyorum ben bütün hafta. toplantı var diye mesaj geldiği zaman, resmen seviniyorum, "yine çok gülücez toplantıda" diye. ha, bunlar kişisel görüştür. sen ne dersin bilemem. ama gel bi gör diyorum çamur atmadan önce.
bakın, bi daha söylüyorum. ilginizi çekmeyen şeyler hakkında atıp tutmadan önce bi düşünün, bu insanlar ne yapmak istiyo diye. verdikleri emeğe saygısızlık eder miyim acaba diye bi düşünün. hepinizi seviyorum. "ulan çocuk haklı" diyenleri pazar günü ilk radyo dersi'ne bekleriz. "yaa bi sus" diyenlerin de canı sağ olsun.
bitirirken not: bu yazı odtü'de okumayanlar için bir şey ifade etmeyebilir demiştim. yazı hiçbir genelleme amacı güdülmeden yazıldı. seslendiğim insanlar, kime seslendiğimi anlayamadıysa beni bi bulsunlar.
topluluğun tanıtım videosunda yer alan, eski yönetim kurulu üyelerinden birinin söylediği cümleyle bitirmek isterim yazıyı: "odtü radyo topluluğu her şeydir." saygılar.
kafanızda bi düşünce var, atamıyosunuz. biz ne desek, ne anlatsak olmuyo. değiştiremiyosunuz o düşünceyi. anlatıyoruz, olmuyo. gösteriyoruz, olmuyo. bu inadı bi kenara bırakın artık, lütfen. başlıca argümanlarınızı alıp cevap vericem bi kez daha. umarım bu sefer olur.
"parti topluluğusunuz siz!"
değiliz arkadaşım. odtü radyo topluluğu'nun öncelikli amacı radyo insanı yetiştirmektir. bu amaçla kurulmuştur, amacını her yıl gerçekleştirmektedir. tanıtım günleri'nde de bunu söyledik biz, tanışma toplantısı'nda gösterdiğimiz videoda da. hem zaten adı radyo topluluğu olan bi oluşumdan sadece parti üzerine yoğunlaşmasını beklemek abes olurdu, değil mi? sırf eğlenmek için, yılda iki (inanmazsın ama, sayıyla 2) tane parti yapan bi grubu böyle karalamaya çalışmak, yaratıcılığın dip noktasında olunduğunun kanıtı bence. bilemedim. ben birini karalamaya çalışsam, somut bilgiler üzerinden yola çıkarım mesela.
parti sevmiyo da olabilirsin. dıptıs müzik seni açmıyodur belki, anlarım. ama her hoşuna gitmeyen etkinliğe çamur atma yetkisini vermez bu sana. dünya senin için dönmüyo zira. beğenmezsen "ben bunu beğenmiyorum, katılmak istemiyorum" dersin, gider beğendiğin etkinlikte yer alırsın. kimse de sana tek laf edemez. biri laf ederse gel beni bul.
"sizin topluluk tiki kaynıyo!.."
göstersene bi, nerde o tikiler? hem sen toplulukta bile diilsin, nası böyle bi genellemeye cüret edebiliyosun? bak yine babacan tavırla söylüyorum. bu böyle çamur atmayla olmaz. topluluğa gir, insanları tanı (kıyafetine, konuşmasına göre ayırmadan tanı ama), beğenmezsen çık git. istediğini söyle o zaman, yine kimse sana tek laf edemez. ve yine beni bulabilirsin laf eden olursa.
ben bu toplulukta onlarca (sayamadım şimdi) insanla tanıştım, hepsi mükemmel insanlar. pazar günü gelse de, radyo dersine gitsek, insanlarla muhabbet etsek diye geziyorum ben bütün hafta. toplantı var diye mesaj geldiği zaman, resmen seviniyorum, "yine çok gülücez toplantıda" diye. ha, bunlar kişisel görüştür. sen ne dersin bilemem. ama gel bi gör diyorum çamur atmadan önce.
bakın, bi daha söylüyorum. ilginizi çekmeyen şeyler hakkında atıp tutmadan önce bi düşünün, bu insanlar ne yapmak istiyo diye. verdikleri emeğe saygısızlık eder miyim acaba diye bi düşünün. hepinizi seviyorum. "ulan çocuk haklı" diyenleri pazar günü ilk radyo dersi'ne bekleriz. "yaa bi sus" diyenlerin de canı sağ olsun.
bitirirken not: bu yazı odtü'de okumayanlar için bir şey ifade etmeyebilir demiştim. yazı hiçbir genelleme amacı güdülmeden yazıldı. seslendiğim insanlar, kime seslendiğimi anlayamadıysa beni bi bulsunlar.
topluluğun tanıtım videosunda yer alan, eski yönetim kurulu üyelerinden birinin söylediği cümleyle bitirmek isterim yazıyı: "odtü radyo topluluğu her şeydir." saygılar.
3 Ekim 2010 Pazar
insepsiyon
merhaba.
aslında yazmıcaktım da, daçe yazdı, gökhan yazdı, diren yazdı falan, kendimi tutamadım. özentinin önde gideni olduğumdan, "ben de yazmalıyım!" havasına girdim. kıskançlık da var tabi. insanın kendini bilmesi güzel şey.
-insepsiyon diye başlık attığıma bakma, daha filmi izlemedim bile. ama izlicem en kısa zamanda.
-kültürel bi şeyden bahsedicem bak şimdi, çok komik. bi ara bahsetmiştim, kült filmlerin çoğunu izlemedim ben falan diye. kült olucak ama böyle, sağlam, dayanıklı. neyse, ben kendimi kültürsüz cahilin teki sanarken, bir arkadaşın matrix, the lord of the rings, the godfather, star wars gibi kült ötesi, sinemanın temelini oluşturan filmleri izlemediğini öğrendim. böyle insan gördüm mü, çok üzülüyorum. düşünsene biri çıkıp "there is no spoon" dese, böyle durduk yerde, cevap veremicek bu insan. ya da misal, "youuu shaaall not paaass!!" sahnesindeki gerilimi hatırlayıp "eveet abii yaa, gandalf işte, adamım.." gibi muhabbetlere giremeyecek. yazık.
-gandalf da ne çakma büyücüdür arkadaş. bütün seriyi iki tane büyüyle geçiştirebileceğini sanıyo, ama bu seyirciyi kandıramazsın efendiii! anca at binse, "beşinci günün şafağında doğuya bakın.." gibi karizmatik laflar etse. bak harry potter'a? öyle mi? adam canını dişine taktı "büyücü olcam ben!!" diye. senin gibi şovmen diil, idealist o adam. pis herif.
-bu arada, ben de pirates of the caribbean izlememiştim, dün ilk filmi izledim. savaş sahnelerinde çalan müzik yüzünden sürekli gerildim. arkadan ali kırca çıkıp "iyi akşamlar, atv haber'e hoşgeldiniz!" diyecekmiş gibi oluyodu. korktum.
-aklıma takıldı lan, acaba kültür kelimesinin kökü kült müdür? bence öyle olmalı. öyle olursa daha eğlenceli olabilir.
-okul başladı ya şimdi, sevgili okur. kitap falan alınıyo, biliyosun. işte ben de iki tane kitaba, şimdi tam miktarı vermiyim, eşşek yüküyle para bayıldım. ilk başta içime oturdu, fekat sonradan, kitapları inceledikçe verdiğim paranın en az yüzde 20'sini hak ettiğini düşündüm kitapların. yüzde 20'sini ama sadece. hele bir biyoloji kitabımız var ki, Life, açılış fotoğrafını National Geographic fotoğrafçıları çekemez, o kadar iyi. merak ettin di mi nası bişi olduğunu? hah! sadece seçilmiş olanlarınız bu kitabın kapağını açabilecek.
-Life dedim de aklıma geldi. turgut özal zamanında, bazı kelimelerin kullanımı yasaklanmış. hangileri tam bilmiyorum, ama özellikleri küfürümsü olmaları. neyse efenim, sonra bir gün turgut özal bey, bir televizyon programında yaşam kelimesini kullanarak bu yasağı delmiş. mükemmel diil mi? şimdiki başbakanın çıkıp "ben youtube'a girebiliyorum ehehehe" demesi gibi bi şey. yasak delmenin vahşi cazibesi yasak koyanları bile çekiyor işte, yapacak bi şey yok.
-kalın tire reformum vatana millete hayırlı olsun bu arada.
o zaman, ben kaçar. bi dahaki sefere görüşmek üzere. öperim hepinizi.
not: haftaya yine mor ve ötesi konseri var. bıkmadan, usanmadan gidiyorum evet. yaşasın! bu adamlarla beraber 3. kez bir derdim var söylicem ya, başka da bi şey istemem.
aslında yazmıcaktım da, daçe yazdı, gökhan yazdı, diren yazdı falan, kendimi tutamadım. özentinin önde gideni olduğumdan, "ben de yazmalıyım!" havasına girdim. kıskançlık da var tabi. insanın kendini bilmesi güzel şey.
-insepsiyon diye başlık attığıma bakma, daha filmi izlemedim bile. ama izlicem en kısa zamanda.
-kültürel bi şeyden bahsedicem bak şimdi, çok komik. bi ara bahsetmiştim, kült filmlerin çoğunu izlemedim ben falan diye. kült olucak ama böyle, sağlam, dayanıklı. neyse, ben kendimi kültürsüz cahilin teki sanarken, bir arkadaşın matrix, the lord of the rings, the godfather, star wars gibi kült ötesi, sinemanın temelini oluşturan filmleri izlemediğini öğrendim. böyle insan gördüm mü, çok üzülüyorum. düşünsene biri çıkıp "there is no spoon" dese, böyle durduk yerde, cevap veremicek bu insan. ya da misal, "youuu shaaall not paaass!!" sahnesindeki gerilimi hatırlayıp "eveet abii yaa, gandalf işte, adamım.." gibi muhabbetlere giremeyecek. yazık.
-gandalf da ne çakma büyücüdür arkadaş. bütün seriyi iki tane büyüyle geçiştirebileceğini sanıyo, ama bu seyirciyi kandıramazsın efendiii! anca at binse, "beşinci günün şafağında doğuya bakın.." gibi karizmatik laflar etse. bak harry potter'a? öyle mi? adam canını dişine taktı "büyücü olcam ben!!" diye. senin gibi şovmen diil, idealist o adam. pis herif.
-bu arada, ben de pirates of the caribbean izlememiştim, dün ilk filmi izledim. savaş sahnelerinde çalan müzik yüzünden sürekli gerildim. arkadan ali kırca çıkıp "iyi akşamlar, atv haber'e hoşgeldiniz!" diyecekmiş gibi oluyodu. korktum.
-aklıma takıldı lan, acaba kültür kelimesinin kökü kült müdür? bence öyle olmalı. öyle olursa daha eğlenceli olabilir.
-okul başladı ya şimdi, sevgili okur. kitap falan alınıyo, biliyosun. işte ben de iki tane kitaba, şimdi tam miktarı vermiyim, eşşek yüküyle para bayıldım. ilk başta içime oturdu, fekat sonradan, kitapları inceledikçe verdiğim paranın en az yüzde 20'sini hak ettiğini düşündüm kitapların. yüzde 20'sini ama sadece. hele bir biyoloji kitabımız var ki, Life, açılış fotoğrafını National Geographic fotoğrafçıları çekemez, o kadar iyi. merak ettin di mi nası bişi olduğunu? hah! sadece seçilmiş olanlarınız bu kitabın kapağını açabilecek.
-Life dedim de aklıma geldi. turgut özal zamanında, bazı kelimelerin kullanımı yasaklanmış. hangileri tam bilmiyorum, ama özellikleri küfürümsü olmaları. neyse efenim, sonra bir gün turgut özal bey, bir televizyon programında yaşam kelimesini kullanarak bu yasağı delmiş. mükemmel diil mi? şimdiki başbakanın çıkıp "ben youtube'a girebiliyorum ehehehe" demesi gibi bi şey. yasak delmenin vahşi cazibesi yasak koyanları bile çekiyor işte, yapacak bi şey yok.
-kalın tire reformum vatana millete hayırlı olsun bu arada.
o zaman, ben kaçar. bi dahaki sefere görüşmek üzere. öperim hepinizi.
not: haftaya yine mor ve ötesi konseri var. bıkmadan, usanmadan gidiyorum evet. yaşasın! bu adamlarla beraber 3. kez bir derdim var söylicem ya, başka da bi şey istemem.
17 Eylül 2010 Cuma
there and back again..
aylar sonra bir kez daha merhaba sevgili okur! sezon finali adlı yazıda bu yazın son yazısı olabilir dedim, oldu. ilerigörüşlülüğün de bu kadarı. neyse. anlatıcak bikaç bişi birikti. anlatayım kurtulayım istiyorum doktor bey.
rize'de yapacak pek bişi olmadığından, kendimi filozofluğa vurdum. düşünüp duruyodum. yine bi gün düşünürken aklıma geldi. "ya," dedim "etrafta ne çok aspava var" koskoca bir yazı bunu düşünerek geçirdim okur, inanır mısın. aklımı kemirdi durdu. "napıcaz bu kadar aspavayı biz arkadaş!" diye isyan ettim kendi kendime. seni de korkutmuyo mu bu durum? etrafına bak.. çıkar başını pencereden, sokağına bi bak! her yer aspava dolu. bizim burda 4 tane yan yana şube açmış adamlar. hasta bunlar. 4 tane aspava yan yana düşünebiliyo musun? hangisine gitsem diye düşünürken çişin geliyo. o kadar bitişikler. hayır, anlamadığım şey, hepsi aynı tarz. hepsi kebapçı, hepsinde müşteriler soslu soğanlı sipariş veriyo. fark eden tek şey isimleri. bi tanesi yıldırım aspava, bi tanesi meşhur aspava.. hepsi de diyo ki: ilk kurulan aspava biziz lan! gece rüyalarıma giriyolar. üstüme üstüme geliyolar. korkuyorum arkadaşlar ben cidden. yakında bi yasa çıkıcakmış da kebapçıların adı aspava olarak değişicekmiş gibi geliyo. dünyayı ele geçirecekler bu gidişle!.. of, kabus. ama haklarını da vermek lazım. aspava olmasaydı, soslu soğanlı da olmayacaktı.
bikaç ay önce, türkiye'de olimpiyat düzenlense açılış töreni nası olur konulu bi yazı yazmıştım. 2-3 hafta önce dünya basketbol şampiyonası'nın açılışında dediklerim çıktı. bi kadın bi erkek sunucu olur, biri türkçe konuşur, öbürü çevirir dedim. mehmet ali alabora'yla tülin şahin sunucuydu. memoli konuştu, tülin çevirdi. başbakan çıkar atarlı bi konuşma yapar dedim, faruk nafiz özak mıdır nedir, bakanlardan biri çıktı "işte türkiye'nin gücü! biz yaptık mı en kralını yaparız. olimpiyatları bize vermiyosunuz ya, siz bu işten anlamıyosunuz olm. ama siz görürsünüz, bi dahaki sefere olimpiyatları alıcaz lan!" şeklinde bi konuşma yaptı. bunun yanında unuttuğum noktalar da vardı tabii. türkiye'deki bütün organizasyonlarda yer alan semazenler ve anadolu ateşi yine sahnedeydi. müslüm gürses konser verdi falan. bunlar kötü sanatçılar ya da kötü gösteriler diye söylemiyorum. anadolu ateşi'ni ben de ağzım açık izledim ama bu trt kafasından kurtulamayışımız beni üzüyo. her törende mutlaka bi semazen döndürücez, bi türk sanatçıya şarkı söyleticez. ondan sonra da ağlıcaz, "bize olimpiyat vermiyolar yeaaa" diye.
rize tuhaf şehir azizim. genelleme yapmayı sevmem ama, rize'nin insanı cidden bi tuhaf. ben de rizeliyim, ama bana bile tuhaf geliyo bak düşün. iki üç anektod anlatıcam, hak vericeksin bak.
misal, geçen yıl ramazan ayında rize merkez'de bi camide ezan yarım saat kadar erken okunmuştu. insanları oruçlarını erken açmışlardı haliyle. sonra müftülük, o gün erkenden orucunu açan rizeliler bir gün daha tutsun diye açıklama yapmıştı. bunu duyan gurbetçi bi vatandaşımız, aramış rize müftülüğü'nü, demiş ki: "hocam, ben de rizeliyim, benim de bir gün daha oruç tutmam gerekir mi?"... fıkra falan diil bu, yanlış anlamayın. tamamen doğal, tamamen gerçek. yaa. yaa.
ankara'ya gelirken otobüs rize merkez'deki otogara da uğradı. otogarda da bi tane düğün salonu var. adı hazavitligil düğün salonu, sloganı "islamiyet'e uygun." bunca yıl hıristiyanlığa uygun düğünlere gidip zındık zındık misket oynadınız, halay çektiniz di mi? halbuki hazavitligil düğün salonu gibi olsa bütün salonlar, islamiyete uygun şekilde kesilen pastamızı yicek, limonatamızı içicek, türbanlı geline en kralından beşibiyerde'yi takıp gelicektik. bilemedik. böyle hizmetlerin bütün türkiye'ye yayılması lazım... zındıklar!
2.5 ay sonra tekrar yazmak çok güzel. vallahi. ama bugünlük yeter. benimki de parmak, benimki de beyin. litfen. tekrar görüşmek üzre. öperim hepinizi.
allah sağlık, para, afiyet versin, amin.
rize'de yapacak pek bişi olmadığından, kendimi filozofluğa vurdum. düşünüp duruyodum. yine bi gün düşünürken aklıma geldi. "ya," dedim "etrafta ne çok aspava var" koskoca bir yazı bunu düşünerek geçirdim okur, inanır mısın. aklımı kemirdi durdu. "napıcaz bu kadar aspavayı biz arkadaş!" diye isyan ettim kendi kendime. seni de korkutmuyo mu bu durum? etrafına bak.. çıkar başını pencereden, sokağına bi bak! her yer aspava dolu. bizim burda 4 tane yan yana şube açmış adamlar. hasta bunlar. 4 tane aspava yan yana düşünebiliyo musun? hangisine gitsem diye düşünürken çişin geliyo. o kadar bitişikler. hayır, anlamadığım şey, hepsi aynı tarz. hepsi kebapçı, hepsinde müşteriler soslu soğanlı sipariş veriyo. fark eden tek şey isimleri. bi tanesi yıldırım aspava, bi tanesi meşhur aspava.. hepsi de diyo ki: ilk kurulan aspava biziz lan! gece rüyalarıma giriyolar. üstüme üstüme geliyolar. korkuyorum arkadaşlar ben cidden. yakında bi yasa çıkıcakmış da kebapçıların adı aspava olarak değişicekmiş gibi geliyo. dünyayı ele geçirecekler bu gidişle!.. of, kabus. ama haklarını da vermek lazım. aspava olmasaydı, soslu soğanlı da olmayacaktı.
bikaç ay önce, türkiye'de olimpiyat düzenlense açılış töreni nası olur konulu bi yazı yazmıştım. 2-3 hafta önce dünya basketbol şampiyonası'nın açılışında dediklerim çıktı. bi kadın bi erkek sunucu olur, biri türkçe konuşur, öbürü çevirir dedim. mehmet ali alabora'yla tülin şahin sunucuydu. memoli konuştu, tülin çevirdi. başbakan çıkar atarlı bi konuşma yapar dedim, faruk nafiz özak mıdır nedir, bakanlardan biri çıktı "işte türkiye'nin gücü! biz yaptık mı en kralını yaparız. olimpiyatları bize vermiyosunuz ya, siz bu işten anlamıyosunuz olm. ama siz görürsünüz, bi dahaki sefere olimpiyatları alıcaz lan!" şeklinde bi konuşma yaptı. bunun yanında unuttuğum noktalar da vardı tabii. türkiye'deki bütün organizasyonlarda yer alan semazenler ve anadolu ateşi yine sahnedeydi. müslüm gürses konser verdi falan. bunlar kötü sanatçılar ya da kötü gösteriler diye söylemiyorum. anadolu ateşi'ni ben de ağzım açık izledim ama bu trt kafasından kurtulamayışımız beni üzüyo. her törende mutlaka bi semazen döndürücez, bi türk sanatçıya şarkı söyleticez. ondan sonra da ağlıcaz, "bize olimpiyat vermiyolar yeaaa" diye.
rize tuhaf şehir azizim. genelleme yapmayı sevmem ama, rize'nin insanı cidden bi tuhaf. ben de rizeliyim, ama bana bile tuhaf geliyo bak düşün. iki üç anektod anlatıcam, hak vericeksin bak.
misal, geçen yıl ramazan ayında rize merkez'de bi camide ezan yarım saat kadar erken okunmuştu. insanları oruçlarını erken açmışlardı haliyle. sonra müftülük, o gün erkenden orucunu açan rizeliler bir gün daha tutsun diye açıklama yapmıştı. bunu duyan gurbetçi bi vatandaşımız, aramış rize müftülüğü'nü, demiş ki: "hocam, ben de rizeliyim, benim de bir gün daha oruç tutmam gerekir mi?"... fıkra falan diil bu, yanlış anlamayın. tamamen doğal, tamamen gerçek. yaa. yaa.
ankara'ya gelirken otobüs rize merkez'deki otogara da uğradı. otogarda da bi tane düğün salonu var. adı hazavitligil düğün salonu, sloganı "islamiyet'e uygun." bunca yıl hıristiyanlığa uygun düğünlere gidip zındık zındık misket oynadınız, halay çektiniz di mi? halbuki hazavitligil düğün salonu gibi olsa bütün salonlar, islamiyete uygun şekilde kesilen pastamızı yicek, limonatamızı içicek, türbanlı geline en kralından beşibiyerde'yi takıp gelicektik. bilemedik. böyle hizmetlerin bütün türkiye'ye yayılması lazım... zındıklar!
2.5 ay sonra tekrar yazmak çok güzel. vallahi. ama bugünlük yeter. benimki de parmak, benimki de beyin. litfen. tekrar görüşmek üzre. öperim hepinizi.
allah sağlık, para, afiyet versin, amin.
3 Temmuz 2010 Cumartesi
sezon finali..
merhaba. bu yazın son yazısı olabilir bu sevgili okur. ona göre.
bazılarınız biliyor, rize'ye gidiyorum ben. memleketim, güzel şehir rize. yeşili mavisi bir arada.. yok durun, şiir yazmıcam tamam. orada biraz dağ başı bir yaşam süreceğim için, internet yok, gazete, dergi hak getire zaten. telefon da az çekiyor falan. adeta küçük bir into the wild olucak yani. süresi de uzun, 2.5 ay. sıkıntıdan patlıcam sanırım. hayırlısı.
şimdi sen diyosun ki: "ulan rize'ye gidiyosun, daha konuşuyosun.. mis gibi temiz hava, yeşil her yer falan. tadını çıkar işte daha ne istiyosun?". öyle değil işte. ilk başta, o ankara'dan kurtulmuşluk havası, o yeşillik muhteşem geliyo. hatta bikaç gün manzarayı izliyosun sadece. ama sonra günler geçtikçe, etrafta yapacak bi şey olmadığından, kafayı yemeye başlıyosun yavaş yavaş. sıkıntıdan kahveye gidip 50-60 yaşındaki adamların okey oynamalarını seyrediyosun, geri dönüyosun. fotoğraf çekiyosun sürekli, ama hep aynı şeyi çekmekten de sıkılıyosun. sonuçta her yer yeşil ulan! farklı bi şey yok. sonra bi de, her yer böcek kaynıyo. en sevmediğim canlı türü. sadece bacaktan oluşan örümcekten tut, üstüne tükürünce kendini sokan gururlu akrebe kadar, binlercesi. (akreb evet.)
rize tatili, bizim aile için 2 evreden oluşuyo. bu anlattığım birinci evreydi: köy kısmı. bundan sonra 2. evre başlıyo: yayla kısmı. işte yayla kısmı bu işin asıl challenging kısmı. akşamları deli gibi eğleniyosun, gündüz yine sıkıntıdan patlıyosun. üstelik yaylada, televizyon da yok, telefon da. amerika'da yaşayan ilkel kabile amişler gibi saçma sapan bi hayat sürüyosun. ama akşamları, bütün yayla bir araya geliyor ve güzel rize'mizin güzel halk oyunu horonu icra ediyor efendim. deli gibi tepilen horondan sonra, gecenin bi köründe, herkes yine taş devri hayatına geri dönüyor tabi. yaylada da günler böyle geçiyor, falan.
efenim işte, kısaca anlatmaya çalıştım şu 2.5 ayda neler yapıcağımı. çok ilginç değil mi? sürekli oturucam, kitap okucam, müzik dinlicem. çünkü bunlar ankara'da hiç yapamadığım şeyler(!). "ilk defa tatilden önce böyle sıkıntılıyım. gözümde büyüyo şu 2.5 ay. pff. neyse." (merebe e-tur)
o zaman, "hadi gençler, caner bööhhüü canerr kaçar! böhöhöhöhüüü" ben yokken kendinize dikkat edin, güzel bi yaz geçirin. o kadar eğlenin ki geri döndüğümüzde birbirimize anlatacak çok şeyimiz olsun. hepinizi tek tek öpüyorum. gudbay!
not: bu arada, ekşisözlük yazarı oldum lan! heyoo! holeeyy!!..
bazılarınız biliyor, rize'ye gidiyorum ben. memleketim, güzel şehir rize. yeşili mavisi bir arada.. yok durun, şiir yazmıcam tamam. orada biraz dağ başı bir yaşam süreceğim için, internet yok, gazete, dergi hak getire zaten. telefon da az çekiyor falan. adeta küçük bir into the wild olucak yani. süresi de uzun, 2.5 ay. sıkıntıdan patlıcam sanırım. hayırlısı.
şimdi sen diyosun ki: "ulan rize'ye gidiyosun, daha konuşuyosun.. mis gibi temiz hava, yeşil her yer falan. tadını çıkar işte daha ne istiyosun?". öyle değil işte. ilk başta, o ankara'dan kurtulmuşluk havası, o yeşillik muhteşem geliyo. hatta bikaç gün manzarayı izliyosun sadece. ama sonra günler geçtikçe, etrafta yapacak bi şey olmadığından, kafayı yemeye başlıyosun yavaş yavaş. sıkıntıdan kahveye gidip 50-60 yaşındaki adamların okey oynamalarını seyrediyosun, geri dönüyosun. fotoğraf çekiyosun sürekli, ama hep aynı şeyi çekmekten de sıkılıyosun. sonuçta her yer yeşil ulan! farklı bi şey yok. sonra bi de, her yer böcek kaynıyo. en sevmediğim canlı türü. sadece bacaktan oluşan örümcekten tut, üstüne tükürünce kendini sokan gururlu akrebe kadar, binlercesi. (akreb evet.)
rize tatili, bizim aile için 2 evreden oluşuyo. bu anlattığım birinci evreydi: köy kısmı. bundan sonra 2. evre başlıyo: yayla kısmı. işte yayla kısmı bu işin asıl challenging kısmı. akşamları deli gibi eğleniyosun, gündüz yine sıkıntıdan patlıyosun. üstelik yaylada, televizyon da yok, telefon da. amerika'da yaşayan ilkel kabile amişler gibi saçma sapan bi hayat sürüyosun. ama akşamları, bütün yayla bir araya geliyor ve güzel rize'mizin güzel halk oyunu horonu icra ediyor efendim. deli gibi tepilen horondan sonra, gecenin bi köründe, herkes yine taş devri hayatına geri dönüyor tabi. yaylada da günler böyle geçiyor, falan.
efenim işte, kısaca anlatmaya çalıştım şu 2.5 ayda neler yapıcağımı. çok ilginç değil mi? sürekli oturucam, kitap okucam, müzik dinlicem. çünkü bunlar ankara'da hiç yapamadığım şeyler(!). "ilk defa tatilden önce böyle sıkıntılıyım. gözümde büyüyo şu 2.5 ay. pff. neyse." (merebe e-tur)
o zaman, "hadi gençler, caner bööhhüü canerr kaçar! böhöhöhöhüüü" ben yokken kendinize dikkat edin, güzel bi yaz geçirin. o kadar eğlenin ki geri döndüğümüzde birbirimize anlatacak çok şeyimiz olsun. hepinizi tek tek öpüyorum. gudbay!
not: bu arada, ekşisözlük yazarı oldum lan! heyoo! holeeyy!!..
23 Haziran 2010 Çarşamba
bilgi mesajı..
blogger'a yeni özellikler gelmiş. kendi temanı yaratabiliyomuşsun. ben de kurcaladım kurcaladım bozdum. iğrenç bişi oldu. hazır temalardan birini seçtim geçici olarak. bi ara halledicem. oturup tema yapıcam kendime böyle. söz. verdiğimiz geçici rahatsızlık nedeniyle özür dileriz.
bu da böyle küçük bi bilgilendirme yazısı olsun. yeter size bu.
bu da böyle küçük bi bilgilendirme yazısı olsun. yeter size bu.
18 Haziran 2010 Cuma
alışveriş listesi
merhaba. (h okunacak, öyle bi merhaba bu) bugün size "ne nedir?" ondan bahsedicem sevgili okurlar. saçma sapan bi yazı olmasını bekliyorum. hayırlısı.
sevgili okur, yıllardır edindiğim tecrübeler, etrafımdan duyduğum yorumlar sonucu kafamda bi liste oluşturdum. iddia ediyorum bu liste ortalığı kasıp kavuracak. hepiniz "evet yaa. tabii!.." gibi tepkiler vereceksiniz. şöyle bişi o liste:
-bilgisayar mı alıcan? en iyisi ibm'dir arkadaş. üstüne tanımam.
-cep telefonu nokia'dır.
-spor giyim dedin mi orda durucan.. nike gibisi var mı?..
-kol saati swatch, duvar saati kurmalı sarkaçlı eski saattir.
-kakaolu fındık ezmesi, tartışmasız, ekşi sözlüğün de onayıyla, nutella'dır.
-dünyanın en iyi çikolatası lindt'tir.
-limonata uludağ, süt sütaş, kola coca-cola, fanta fanta'dır.
-mp3 çalar sony, kulaklık sony, ses sistemi sony, araba teybi sony olmalıdır.
-versatil kalem dedin mi, ilk akla gelen marka rotring'dir her daim.
-xside ucuz ama kalitelidir, levi's pahalı ama kalitelidir.
-starbucks'a hayatımda hiç gitmedim, nedir ne değildir bilmiyorum.
-fast food restoranı dediğin yer mcdonald's gibi olmalı, her ne kadar hepiniz bu maddeye itiraz edecek olsanız da.
-araba, bence, lamborghini gallardo federico insua gonzalo higuain harry kewell'dır.
-yabancı üniversite, burdan gözüktüğü kadarıyla, harvard'dır.
-türk üniversitenin tartışmasına bile girmem.
-tekrarlıyorum bak, cep telefonu nokia'dır. iphone falan geçicen o işleri.
-futbol takımı, barcelona'dır. mes que un club'dur barcelona da.
-dünyanın en güzel şehri de barcelona'dır.
-dünya kupasını da arjantin alsın ayrıca. nolur.
-türkiyenin en iyi müzik grubu mor ve ötesi'dir.
-dünyanın en iyi müzik grubu pink floyd olabilir. beatles da olabilir. bilemedim şimdi.
-ikea çok acayip bi şeydir.
-hala araba esprisine takılısın di mi? "ne demeye çalıştı lan acaba?" diye.
-gelmiş geçmiş en iyi bilgisayar oyunu half life serisidir.
-televizyon dizisini unutmayalım. tabii ki lost.
-en iyi film listesini ayrı yapıcam ben size.
-güneş gözlüğü rayban'dır. rayban diye de okunur.
-dockers çok acayip pantolon yapıyo.
-aklıma gelenler bunlar. sizin de aklınıza gelirse eklicem söz.
evet. böyle de kapitalist bi adamım. arkamda amerika ve israil var. bunların hepsine sahip olmadan karşıma çıkmayın. ona göre. hepinizi öpüyorum. görüşmek üzere.
not: cep telefonu nok...
sevgili okur, yıllardır edindiğim tecrübeler, etrafımdan duyduğum yorumlar sonucu kafamda bi liste oluşturdum. iddia ediyorum bu liste ortalığı kasıp kavuracak. hepiniz "evet yaa. tabii!.." gibi tepkiler vereceksiniz. şöyle bişi o liste:
-bilgisayar mı alıcan? en iyisi ibm'dir arkadaş. üstüne tanımam.
-cep telefonu nokia'dır.
-spor giyim dedin mi orda durucan.. nike gibisi var mı?..
-kol saati swatch, duvar saati kurmalı sarkaçlı eski saattir.
-kakaolu fındık ezmesi, tartışmasız, ekşi sözlüğün de onayıyla, nutella'dır.
-dünyanın en iyi çikolatası lindt'tir.
-limonata uludağ, süt sütaş, kola coca-cola, fanta fanta'dır.
-mp3 çalar sony, kulaklık sony, ses sistemi sony, araba teybi sony olmalıdır.
-versatil kalem dedin mi, ilk akla gelen marka rotring'dir her daim.
-xside ucuz ama kalitelidir, levi's pahalı ama kalitelidir.
-starbucks'a hayatımda hiç gitmedim, nedir ne değildir bilmiyorum.
-fast food restoranı dediğin yer mcdonald's gibi olmalı, her ne kadar hepiniz bu maddeye itiraz edecek olsanız da.
-araba, bence, lamborghini gallardo federico insua gonzalo higuain harry kewell'dır.
-yabancı üniversite, burdan gözüktüğü kadarıyla, harvard'dır.
-türk üniversitenin tartışmasına bile girmem.
-tekrarlıyorum bak, cep telefonu nokia'dır. iphone falan geçicen o işleri.
-futbol takımı, barcelona'dır. mes que un club'dur barcelona da.
-dünyanın en güzel şehri de barcelona'dır.
-dünya kupasını da arjantin alsın ayrıca. nolur.
-türkiyenin en iyi müzik grubu mor ve ötesi'dir.
-dünyanın en iyi müzik grubu pink floyd olabilir. beatles da olabilir. bilemedim şimdi.
-ikea çok acayip bi şeydir.
-hala araba esprisine takılısın di mi? "ne demeye çalıştı lan acaba?" diye.
-gelmiş geçmiş en iyi bilgisayar oyunu half life serisidir.
-televizyon dizisini unutmayalım. tabii ki lost.
-en iyi film listesini ayrı yapıcam ben size.
-güneş gözlüğü rayban'dır. rayban diye de okunur.
-dockers çok acayip pantolon yapıyo.
-aklıma gelenler bunlar. sizin de aklınıza gelirse eklicem söz.
evet. böyle de kapitalist bi adamım. arkamda amerika ve israil var. bunların hepsine sahip olmadan karşıma çıkmayın. ona göre. hepinizi öpüyorum. görüşmek üzere.
not: cep telefonu nok...
8 Haziran 2010 Salı
donkişot.
merhaba.
diyalog başlatma muhabbetleri beni hep germiştir sevgili okur. mesela "napıyosun?" sorusuna ne cevap verileceğini, bu yaşıma geldim, öğrenemedim. "iyiyim, sen?" desem bi türlü, "hiiç oturuyorum, sen?" desem bi türlü. "naber?" desen ayrı bi tartışma konusu. of yine gerildim bak.
cepa var ya okur. bildiğin, alışveriş merkezi olan. heh. onun önüne yazın lunapark kuruluyomuş. ama öyle bi lunapark ki bu, bi tane mouse coaster isimli çakma roller coaster, bi tane crazy dance denen mide kusturmacalı döner alet, bi tane de lunapark'ın assolisti, gönüllerin sultanı, transformers resimli dev salıncağımsıdan (adını bilmiyorum oyuncağın, kusura bakmayın) oluşuyor. çarpışan arabaları falan saymadım, alınmazlar inşallah. neyse efenim, biz de bugün sahte sınavımızdan çıkıp koşar adım(!) bu parkın yolunu tuttuk arkadaşlarla. parkta da binmek istediğimiz tek şey bu salıncağımsıydı. ama giderken aklımda, "ulan ya milyonda bir biz olursak? ya aleti yere sabitleyen ayaklar çattadanak kırılıp takla atarak eskişehir yolu'na yuvarlanırsa?" falan gibi sorular vardı. yalnız bende de ne hayal gücü varmış. bu endişelerimi berke'ye aktardım. dedi ki, "abi boşver, milyonda bir olursak da ölür gideriz, arkamızdakiler düşünsün, niye kafaya takıyosun ki?" bu telkin üstüne az da olsa rahatladım. "nolucak ulan," dedim "alt tarafı ölürüz."
gelgelelim, vardık bayram alanına. ben başlarda "en sevmediğim özelliğim dürüstlüğüm." diyen enteller gibi "var mı ulan tırsıyorum işte.." diye atarlandım falan ama ısrarlara dayanamadım. parası neyse verdik, aldık biletimizi. sıra beklerken bizden önceki turu izlemek, ne yalan söyliyim, korkudan başka bişi vermedi. neyse efenim, sıramız geldi. gittik oturduk. şimdi sevgili okur, bilmeyenler için anlatayım, bu lanet olası salıncak aleti bir çıbığın ucundaki bir daireden oluşuyor. alet çalışınca daire kendi etrafında dönüyor, çıbık da adeta küçük bir sarkaç gibi sağa sola sallanıyor. tabii bikaç sallanıştan sonra, kendinden geçip eskişehir yolu'nu tersten gösteriyo sana bi. falan. öyle tuhaf bi alet. neyse bu lanet olası bi başladı sallanmaya, "sen misin binen?" der gibi bana. öyle böyle sallamıyor ama allahsız. bi yola atıcakmış gibi yapıyo, bi cepa'nın çatısına atıcakmış gibi. şerrefsiz. insan düşmanına yapmaz onu. ama bu acımasız hayvan, tanıdık tanımadık bütün insanoğullarına bu eziyeti uyguluyo işte napıcan. gerçi o da mekanik bişi, kablolarla falan yaşıyo. düz mantık bi alet. bağırdık çağırdık tabii. "iki tur daha atmadan bırakmam, nihahahah" dedi köpoğlu. son turda fark ettim ki ayaklarım artık yoktu. ve indiğimde tehdidimi savurmadan gitmedim: "bi dahaki sefere ağzını kırıcam lan!"..
şaka bi yana, binmeden önce tırsıyodum ama bindikten sonra anladım ki bu alet öyle eskişehir yolu'na doğru takla atacak potansiyele sahip diil. diyeceğim o ki, binin, bindirin. öhöm. işte şey, güzel bi lunapark aleti yani. o kadar da heyecanlandırması olsun, hakkıdır.
yine bir "kendi yaptığı etkinliği anlatma yazısı" ile karşınızdaydım sevgili okurlar. sürçülüsün ettiysek affola. kendinize dikkat edin. gittim hadi, görüşürüz.
diyalog başlatma muhabbetleri beni hep germiştir sevgili okur. mesela "napıyosun?" sorusuna ne cevap verileceğini, bu yaşıma geldim, öğrenemedim. "iyiyim, sen?" desem bi türlü, "hiiç oturuyorum, sen?" desem bi türlü. "naber?" desen ayrı bi tartışma konusu. of yine gerildim bak.
cepa var ya okur. bildiğin, alışveriş merkezi olan. heh. onun önüne yazın lunapark kuruluyomuş. ama öyle bi lunapark ki bu, bi tane mouse coaster isimli çakma roller coaster, bi tane crazy dance denen mide kusturmacalı döner alet, bi tane de lunapark'ın assolisti, gönüllerin sultanı, transformers resimli dev salıncağımsıdan (adını bilmiyorum oyuncağın, kusura bakmayın) oluşuyor. çarpışan arabaları falan saymadım, alınmazlar inşallah. neyse efenim, biz de bugün sahte sınavımızdan çıkıp koşar adım(!) bu parkın yolunu tuttuk arkadaşlarla. parkta da binmek istediğimiz tek şey bu salıncağımsıydı. ama giderken aklımda, "ulan ya milyonda bir biz olursak? ya aleti yere sabitleyen ayaklar çattadanak kırılıp takla atarak eskişehir yolu'na yuvarlanırsa?" falan gibi sorular vardı. yalnız bende de ne hayal gücü varmış. bu endişelerimi berke'ye aktardım. dedi ki, "abi boşver, milyonda bir olursak da ölür gideriz, arkamızdakiler düşünsün, niye kafaya takıyosun ki?" bu telkin üstüne az da olsa rahatladım. "nolucak ulan," dedim "alt tarafı ölürüz."
gelgelelim, vardık bayram alanına. ben başlarda "en sevmediğim özelliğim dürüstlüğüm." diyen enteller gibi "var mı ulan tırsıyorum işte.." diye atarlandım falan ama ısrarlara dayanamadım. parası neyse verdik, aldık biletimizi. sıra beklerken bizden önceki turu izlemek, ne yalan söyliyim, korkudan başka bişi vermedi. neyse efenim, sıramız geldi. gittik oturduk. şimdi sevgili okur, bilmeyenler için anlatayım, bu lanet olası salıncak aleti bir çıbığın ucundaki bir daireden oluşuyor. alet çalışınca daire kendi etrafında dönüyor, çıbık da adeta küçük bir sarkaç gibi sağa sola sallanıyor. tabii bikaç sallanıştan sonra, kendinden geçip eskişehir yolu'nu tersten gösteriyo sana bi. falan. öyle tuhaf bi alet. neyse bu lanet olası bi başladı sallanmaya, "sen misin binen?" der gibi bana. öyle böyle sallamıyor ama allahsız. bi yola atıcakmış gibi yapıyo, bi cepa'nın çatısına atıcakmış gibi. şerrefsiz. insan düşmanına yapmaz onu. ama bu acımasız hayvan, tanıdık tanımadık bütün insanoğullarına bu eziyeti uyguluyo işte napıcan. gerçi o da mekanik bişi, kablolarla falan yaşıyo. düz mantık bi alet. bağırdık çağırdık tabii. "iki tur daha atmadan bırakmam, nihahahah" dedi köpoğlu. son turda fark ettim ki ayaklarım artık yoktu. ve indiğimde tehdidimi savurmadan gitmedim: "bi dahaki sefere ağzını kırıcam lan!"..
şaka bi yana, binmeden önce tırsıyodum ama bindikten sonra anladım ki bu alet öyle eskişehir yolu'na doğru takla atacak potansiyele sahip diil. diyeceğim o ki, binin, bindirin. öhöm. işte şey, güzel bi lunapark aleti yani. o kadar da heyecanlandırması olsun, hakkıdır.
yine bir "kendi yaptığı etkinliği anlatma yazısı" ile karşınızdaydım sevgili okurlar. sürçülüsün ettiysek affola. kendinize dikkat edin. gittim hadi, görüşürüz.
6 Haziran 2010 Pazar
feysbuk code
merhaba sevgili okur.
-bu ara "film izleme" konusunda eski formuma kavuştum, okur. bi ara resmen aksatıyodum film izlemeyi. sonra birden "ulan ben hazırlık okuyorum, saldırsam ya kültürel kültürel" dedim ve tekrar başladım. equilibrium olsun, donnie darko olsun bi sürü film izledim son bikaç günde. kendimi aşırı kültürlü, dünya sorunlarına hakim hissediyorum şu an hatta. hah işte ben bu filmleri izlerken etrafımda "o filmi bu yaşta mı izliyosun yaaaaa?" insanları türedi birden sevgili okur. meğersem herkes donnie darko'yu hatmetmiş, the usual suspects'in detaylarını çözmüş falan çoktan. herkes ama. kimi görsem. burdan sesleniyorum: sayın recep bey!.. şaka şaka. sayın kültürlü arkadaşlarım, evet izlemedim bu yaşıma kadar. ve evet pişman diilim. çünkü ben iddia ediyorum ki donnie darko'yu çıktığı yıl (2002) izleseydim bu kadar iyi anlamıcaktım. ve hayatımın filmlerinden biri olamıcaktı benim için. bunu da böyle bilin!..
şimdi gelelim asıl değinmek istediğim konuya.
-şu dünyada 'feysbuk code' diye bişi var. (merhaba sayın turhan. hehe.) evet. feysbuk code. şöyle bişi ki:
*bir insanı hiç tanımadan feysbuk'ta arkadaş olarak eklersen ya fake hesapsındır, ya da "filiz şaapalım mı?"yı soran adamsındır.
*bir insanı ilk görüşmeden sonra ekliyosan samimi diilsindir. muhabbet kurmaya çalışıyosundur. "filiz neaber?" kısmındasındır.
*bir insanı ikinci görüşten sonra ekliyosan artık olmuştur o. hiçbi sorun yoktur. sana "mutual için ekliyosun, bilmiyo muyum?" diyenler olacaktır. yılma. davandan vazgeçme.
*bir insanı üçüncü görüşten sonra ekliyosan, biraz geç bi hamle olmuştur ama. samimiyet akıyodur her yanından. önceki 3 görüşmedeki herhangi bi konuya "previously on Lost.." yaparak göndermede bile bulunabilirsin.
*bir insanı dördüncü görüşmeden sonra ekliyosan, sabırlısındır. ya da search bar'ı yeterince randımanlı kullanamamışsındır.
*bir insanı beşinci görüşmeden sonra ekliyosan, feysbuk'a yeni gelmişsindir.
*bir insanı altı ve daha sonraki görüşmelerden sonra ekliyosan, adam diilsin.
*ve bir insanı hiç eklemiyosan, ne mutlu sana! senin bir feysbuk hesabın yok ve popüler kültürü tek başına alt üst ettin! tebrik ediyorum. feysbuk'a girmeyerek ne kadar entel ve kültürlü olduğunu bütün dünyaya kanıtladın. aferin!..
böyle de acayip tespit yaparım okur. hadi bitirdim yazıyı, şanslısın yine. iyi geceler. (of çok utanıyorum böyle büyük bi tespit yaptığım için. lanedossun gaza geldim. neyse.) görüşürüz hadi.
-bu ara "film izleme" konusunda eski formuma kavuştum, okur. bi ara resmen aksatıyodum film izlemeyi. sonra birden "ulan ben hazırlık okuyorum, saldırsam ya kültürel kültürel" dedim ve tekrar başladım. equilibrium olsun, donnie darko olsun bi sürü film izledim son bikaç günde. kendimi aşırı kültürlü, dünya sorunlarına hakim hissediyorum şu an hatta. hah işte ben bu filmleri izlerken etrafımda "o filmi bu yaşta mı izliyosun yaaaaa?" insanları türedi birden sevgili okur. meğersem herkes donnie darko'yu hatmetmiş, the usual suspects'in detaylarını çözmüş falan çoktan. herkes ama. kimi görsem. burdan sesleniyorum: sayın recep bey!.. şaka şaka. sayın kültürlü arkadaşlarım, evet izlemedim bu yaşıma kadar. ve evet pişman diilim. çünkü ben iddia ediyorum ki donnie darko'yu çıktığı yıl (2002) izleseydim bu kadar iyi anlamıcaktım. ve hayatımın filmlerinden biri olamıcaktı benim için. bunu da böyle bilin!..
şimdi gelelim asıl değinmek istediğim konuya.
-şu dünyada 'feysbuk code' diye bişi var. (merhaba sayın turhan. hehe.) evet. feysbuk code. şöyle bişi ki:
*bir insanı hiç tanımadan feysbuk'ta arkadaş olarak eklersen ya fake hesapsındır, ya da "filiz şaapalım mı?"yı soran adamsındır.
*bir insanı ilk görüşmeden sonra ekliyosan samimi diilsindir. muhabbet kurmaya çalışıyosundur. "filiz neaber?" kısmındasındır.
*bir insanı ikinci görüşten sonra ekliyosan artık olmuştur o. hiçbi sorun yoktur. sana "mutual için ekliyosun, bilmiyo muyum?" diyenler olacaktır. yılma. davandan vazgeçme.
*bir insanı üçüncü görüşten sonra ekliyosan, biraz geç bi hamle olmuştur ama. samimiyet akıyodur her yanından. önceki 3 görüşmedeki herhangi bi konuya "previously on Lost.." yaparak göndermede bile bulunabilirsin.
*bir insanı dördüncü görüşmeden sonra ekliyosan, sabırlısındır. ya da search bar'ı yeterince randımanlı kullanamamışsındır.
*bir insanı beşinci görüşmeden sonra ekliyosan, feysbuk'a yeni gelmişsindir.
*bir insanı altı ve daha sonraki görüşmelerden sonra ekliyosan, adam diilsin.
*ve bir insanı hiç eklemiyosan, ne mutlu sana! senin bir feysbuk hesabın yok ve popüler kültürü tek başına alt üst ettin! tebrik ediyorum. feysbuk'a girmeyerek ne kadar entel ve kültürlü olduğunu bütün dünyaya kanıtladın. aferin!..
böyle de acayip tespit yaparım okur. hadi bitirdim yazıyı, şanslısın yine. iyi geceler. (of çok utanıyorum böyle büyük bi tespit yaptığım için. lanedossun gaza geldim. neyse.) görüşürüz hadi.
16 Mayıs 2010 Pazar
şenlikikibinon
merhaba sevgili okur. hayatımın ilk şenlik yazısıyla karşındayım.
geçtiğimiz dört gün hayatımın en sıvı, en alors on danse günleriydi. istiyorum ki anlatayım, tarihe not düşeyim. bir murat bardakçı edasıyla.
day 1..
nefesler tutulmuştu. dersin bitmesiyle birlikte çarşıya yardıran onlarca insan başlarına ne geleceğini bilmiyor gibiydiler. "hazırlığım ben, şenliğin her nimetinden faydalanayım.." düşüncesine sahip bu insanlar, ellerinde şenlik programı, sırtlarında çanta, bir o yana bir bu yana koşturuyordu. "abiiiii akşam tiyatro varmış, cem davran falan geliyomuş olmm.." nidaları arasında kafalar karışıyor, kaos artıyordu. bu sırada kameralar caner'e döndü. caner, sınıftan arkadaşlarıyla, müzik toplulukları sahnesi önünde konuşlanmayı tercih etmişti. çünkü güzel müzik, müzik toplulukları sahnesinde dinlenirdi (nasıl "maç trt'de izlenir"se). yemekler yendi, müzikler dinlendi derken saat 3 civarında caner'in arkadaşları birden yok olmuşlardı. etrafında kimse kalmayınca caner de "eeh bu ne lan.." diyip kendine başka meşgaleler aramaya koyuldu. aklına gelen ilk seçenek radyo topluluğu standıydı. standa doğru ilerlerken, geride bıraktığı rock müzik ve yaklaşmakta olduğu dıbırıptıs müzik canını sıkıyordu bi nebze. ama tanıdık yüzler gördükçe sıkıntısı yavaş yavaş geçmeye başladı. bir saat kadar sonra sınıf arkadaşlarının yanına giden caner, karmaşada onları yine kaybetti ve içinden bir kez daha "eeh bu ne lan.." diyiverdi. radyo topluluğu standına geri dönmek zorunda kalmıştı. stand, tenis kortları çimlerinin yanına kurulmuştu ve önünde her türden insan bulmak mümkündü. "bilkentli sarışın tiki"den tutun, "sincanlı esmer apaçi"ye kadar her türlü insan standın önünde beach party tadında dans etmekteydi.
çok detaya giriyorum ya sanırım. dur tamam, düzelticem.
standda geçen saatlerin ardından artık devrim'e geçme vakti gelmişti caner ve grubu için. devrim'de duman onları bekliyordu zira. evet, "caner ve grubu gelmeden çalmayız biz" demişlerdi. şartları buydu. duman'ı kıramayan grup devrime girince bir alkış koptu tribünlerden. alkışlar devam ederken sahneye duman çıktı ve "hoşgeldiniz!" dedi grubun solisti kaan. hayatı boyunca duman'a karşı mesafeli duran caner o konserden sonra fikrini tamamen değiştirdi ve grubun hayranı olmaya karar verdi. tabi ki feysbuk'ta.
diyeceğim o ki, ilk gün muhteşemdi. duman, izlediğim en iyi konserlerden birini verdi. bu arada, izlediğim en iyi konseri bilen dilesin benden ne dilerse. hadi bakim, o kadar da iddialı. neyse.
day 2..
derse falan gitmedim ikinci gün. hiiç işim olmazdı zira. gittim yine standın oraya. denizin "bugün bizle misin lan?" sorusuna hayır diyemedim. nesli gelmişti istanbullardan bi de. oturuverdim öylece. akşama kadar pis yedili olsun, tavuk döner olsun, alors on danse olsun birçok aktiviteyle geçti yine. bu arada, alors on danse konusuna değinmeden geçemicem. bu öyle bi şarkı ki sevgili okur, şenlikten önce bu şarkıyı bilen görmedim ben, öyle söyliyim sana. şenlikle beraber patladı ve standda her saat başı çaldı. bi şarkıdan bu kadar çok bıktığımı, nefret ettiğimi hatırlamıyorum ben. neyse. akşam oldu, gittik devrime. marsis çıktı sahneye ilk olarak. karadenizli bi grup marsis.. tabii ben rizeli olmanın verdiği gazla kendi kendime horon tepmeye falan çalıştım, zevksiz oldu. "kalkın lan horon tepelim.." dedim, kimse tınmadı falan. mal gibi oturdular öyle. sonra da sulukule roman orkestrası geldi. sahnenin arkasında olmanın verdiği az seslilik tribündekiler kadar coşmamızı engellese de, bence güzel bi performans sergilediler adamlar. sağlam coşturdular gibi geldi bana. sulukule'den sonra radyoda yayına gitmek zorunda olsam bile, bizim grupta en çok eğlenenin ben olduğuma inanıyorum. bu da böyle çılgın bi itiraftır. o yorgunluğun üstüne gece yayını yapmak da paha biçilemez. cidden.
day 3..
gece yayını yapmış olmanın verdiği yorgunluk kendini gün boyu hissettirdi. resmen yerimden kalkamadım. bi gittim ilkay'ı izledim, beatles tribute band'de. o kadar. beatles tribute band de bayaa iyiydi. hold me tight'la başladılar, hey jude'la bitirdiler. muhteşemdi vallahi. hele i wanna hold your hand'i bütün seyirciyle beraber söylemeleri iyice coşturdu. akşam devrimde selen'in "binboa diil o, votka" lafı geceye damgasını vuran olaylardan biriydi. belirtmeden geçemiciim. of ne güldük. leman sam konseriyse, pek genç işi olmamasına rağmen gayet iyiydi. leman sam'ın ağladıkça performansı dinlemeye değerdi ayrıca.
day 4..
haftasonu olmasını fırsat bilen bu bünye sabahın köründe gitti bu sefer şenlik alanına. standın önünde kimse yoktu. inanamadım gözlerime. dedim "nerde bu bilkentli gençler?", dediler "daha erken abi. gelirler.". bu sırada ural yine alors on danse çalarak beni benden aldı sağ olsun. şenliğin son günü olmasının verdiği hafif burukluk yerini neşeye falan da bırakmadı açık söylemek gerekirse. ama müzik toplulukları sahnesi'ndeki helter skelter kendini sevdirdi. hatta "born to be wild çalsalar ya" dememin hemen ardından bu şarkıyı çalmaları kendilerine olan sevgimi katladı. çok iyiydiler. 8-12 arası yayını olan ben, yine can insanlardan erken ayrılarak radyonun yolunu tuttum. aklımda şenliğe dair hiçbir kötü anı barındırmadan üstelik.
ne uzun yazdım arkadaş. ben yoruldum yazarken, buraya kadar okuduysan sen de yorulmuşsundur belki. kusura bakma okur. bu da böyle bi şenlikti işte. muhteşemdi, mükemmeldi ve muazzamdı. gelmeyenler seneye gelsin, süper oluyo olm. neyse hadi, bir sonraki yazıda görüşürüz artık.
not: serdar'a giden canlara selamlar olsun.
geçtiğimiz dört gün hayatımın en sıvı, en alors on danse günleriydi. istiyorum ki anlatayım, tarihe not düşeyim. bir murat bardakçı edasıyla.
day 1..
nefesler tutulmuştu. dersin bitmesiyle birlikte çarşıya yardıran onlarca insan başlarına ne geleceğini bilmiyor gibiydiler. "hazırlığım ben, şenliğin her nimetinden faydalanayım.." düşüncesine sahip bu insanlar, ellerinde şenlik programı, sırtlarında çanta, bir o yana bir bu yana koşturuyordu. "abiiiii akşam tiyatro varmış, cem davran falan geliyomuş olmm.." nidaları arasında kafalar karışıyor, kaos artıyordu. bu sırada kameralar caner'e döndü. caner, sınıftan arkadaşlarıyla, müzik toplulukları sahnesi önünde konuşlanmayı tercih etmişti. çünkü güzel müzik, müzik toplulukları sahnesinde dinlenirdi (nasıl "maç trt'de izlenir"se). yemekler yendi, müzikler dinlendi derken saat 3 civarında caner'in arkadaşları birden yok olmuşlardı. etrafında kimse kalmayınca caner de "eeh bu ne lan.." diyip kendine başka meşgaleler aramaya koyuldu. aklına gelen ilk seçenek radyo topluluğu standıydı. standa doğru ilerlerken, geride bıraktığı rock müzik ve yaklaşmakta olduğu dıbırıptıs müzik canını sıkıyordu bi nebze. ama tanıdık yüzler gördükçe sıkıntısı yavaş yavaş geçmeye başladı. bir saat kadar sonra sınıf arkadaşlarının yanına giden caner, karmaşada onları yine kaybetti ve içinden bir kez daha "eeh bu ne lan.." diyiverdi. radyo topluluğu standına geri dönmek zorunda kalmıştı. stand, tenis kortları çimlerinin yanına kurulmuştu ve önünde her türden insan bulmak mümkündü. "bilkentli sarışın tiki"den tutun, "sincanlı esmer apaçi"ye kadar her türlü insan standın önünde beach party tadında dans etmekteydi.
çok detaya giriyorum ya sanırım. dur tamam, düzelticem.
standda geçen saatlerin ardından artık devrim'e geçme vakti gelmişti caner ve grubu için. devrim'de duman onları bekliyordu zira. evet, "caner ve grubu gelmeden çalmayız biz" demişlerdi. şartları buydu. duman'ı kıramayan grup devrime girince bir alkış koptu tribünlerden. alkışlar devam ederken sahneye duman çıktı ve "hoşgeldiniz!" dedi grubun solisti kaan. hayatı boyunca duman'a karşı mesafeli duran caner o konserden sonra fikrini tamamen değiştirdi ve grubun hayranı olmaya karar verdi. tabi ki feysbuk'ta.
diyeceğim o ki, ilk gün muhteşemdi. duman, izlediğim en iyi konserlerden birini verdi. bu arada, izlediğim en iyi konseri bilen dilesin benden ne dilerse. hadi bakim, o kadar da iddialı. neyse.
day 2..
derse falan gitmedim ikinci gün. hiiç işim olmazdı zira. gittim yine standın oraya. denizin "bugün bizle misin lan?" sorusuna hayır diyemedim. nesli gelmişti istanbullardan bi de. oturuverdim öylece. akşama kadar pis yedili olsun, tavuk döner olsun, alors on danse olsun birçok aktiviteyle geçti yine. bu arada, alors on danse konusuna değinmeden geçemicem. bu öyle bi şarkı ki sevgili okur, şenlikten önce bu şarkıyı bilen görmedim ben, öyle söyliyim sana. şenlikle beraber patladı ve standda her saat başı çaldı. bi şarkıdan bu kadar çok bıktığımı, nefret ettiğimi hatırlamıyorum ben. neyse. akşam oldu, gittik devrime. marsis çıktı sahneye ilk olarak. karadenizli bi grup marsis.. tabii ben rizeli olmanın verdiği gazla kendi kendime horon tepmeye falan çalıştım, zevksiz oldu. "kalkın lan horon tepelim.." dedim, kimse tınmadı falan. mal gibi oturdular öyle. sonra da sulukule roman orkestrası geldi. sahnenin arkasında olmanın verdiği az seslilik tribündekiler kadar coşmamızı engellese de, bence güzel bi performans sergilediler adamlar. sağlam coşturdular gibi geldi bana. sulukule'den sonra radyoda yayına gitmek zorunda olsam bile, bizim grupta en çok eğlenenin ben olduğuma inanıyorum. bu da böyle çılgın bi itiraftır. o yorgunluğun üstüne gece yayını yapmak da paha biçilemez. cidden.
day 3..
gece yayını yapmış olmanın verdiği yorgunluk kendini gün boyu hissettirdi. resmen yerimden kalkamadım. bi gittim ilkay'ı izledim, beatles tribute band'de. o kadar. beatles tribute band de bayaa iyiydi. hold me tight'la başladılar, hey jude'la bitirdiler. muhteşemdi vallahi. hele i wanna hold your hand'i bütün seyirciyle beraber söylemeleri iyice coşturdu. akşam devrimde selen'in "binboa diil o, votka" lafı geceye damgasını vuran olaylardan biriydi. belirtmeden geçemiciim. of ne güldük. leman sam konseriyse, pek genç işi olmamasına rağmen gayet iyiydi. leman sam'ın ağladıkça performansı dinlemeye değerdi ayrıca.
day 4..
haftasonu olmasını fırsat bilen bu bünye sabahın köründe gitti bu sefer şenlik alanına. standın önünde kimse yoktu. inanamadım gözlerime. dedim "nerde bu bilkentli gençler?", dediler "daha erken abi. gelirler.". bu sırada ural yine alors on danse çalarak beni benden aldı sağ olsun. şenliğin son günü olmasının verdiği hafif burukluk yerini neşeye falan da bırakmadı açık söylemek gerekirse. ama müzik toplulukları sahnesi'ndeki helter skelter kendini sevdirdi. hatta "born to be wild çalsalar ya" dememin hemen ardından bu şarkıyı çalmaları kendilerine olan sevgimi katladı. çok iyiydiler. 8-12 arası yayını olan ben, yine can insanlardan erken ayrılarak radyonun yolunu tuttum. aklımda şenliğe dair hiçbir kötü anı barındırmadan üstelik.
ne uzun yazdım arkadaş. ben yoruldum yazarken, buraya kadar okuduysan sen de yorulmuşsundur belki. kusura bakma okur. bu da böyle bi şenlikti işte. muhteşemdi, mükemmeldi ve muazzamdı. gelmeyenler seneye gelsin, süper oluyo olm. neyse hadi, bir sonraki yazıda görüşürüz artık.
not: serdar'a giden canlara selamlar olsun.
9 Mayıs 2010 Pazar
sandık açılsın..
merhaba. şunu okuyan 3-5 insansınız, hepinizi de tanıyorum. onun için "nassın? iyi misin?" muhabbetine girmicem hiç. atarlıyım bugün. ikinoktaüstüstepe.
iPhone'u olmayanlar kendini ezik hissetmesin diye, normal telefonlar için de mesajla tivit yazma özelliği eklemişler twitter'a. günün teknoloji haberi olsun bu da hadi. niye yazdığımı ben de bilmiyorum yoksa.
->bikaç ay önce bi mor ve ötesi yazısı yazmıştım hatırlarsın belki. evet işte o mor ve ötesi yeni albüm çıkarıyor sevgili okur. adı da masumiyetin ziyan olmaz. albümden çıkan ilk single yorma kendini oldu. bu şarkıya bi de klip çektiler. fekat.. klip bazı çevreler tarafından tepki yağmuruna boğuldu hemen. vay efendim "mor ve ötesi'ni de kaybettik, onlar da partili, kızlı klip çekmişler.." vay efendim "sizin aykırı duruşunuz bu mu?" falan gibi. ben klibin bir dalga geçme çabası olduğuna inanıyorum. zira klibi ilk izlediğimde tepkiler hakkında hiçbi fikrim yoktu. ve elimden geldiğince tarafsız bakmaya çalıştım, adamların deli gibi hayranı olmama rağmen. zaten taraflı da olsam, klibi "eleştirmem lazım, çok sevilen bu grubu eleştirmem lazım ki farklı görüneyim" zihniyetiyle izlemekten iyidir diye düşünüyorum. as a result, tepkilere falan bakmıyorum, "bomba gibi bi albüm geliyo sanırım" diyorum. ziyan olmayacak.
yine atarlı girdim, hayırlısı.
->o diil de okur, odtü kimliğiyle katılacağım (-sanki başka şenliğe katıldın caner..) ilk odtü şenliğinin programı da açıklandı ya, daha ne isterim. herkes akşamları devrim'de kimin çıkacağıyla ilgilendi başta fakat, program açıklanınca gördük ki gündüz gruplarıyla, diğer etkinliklerle falan baya bi eğlenicez gibi. laser tag kurucaklarmış ya, daha ne olsun. peşembe günü de marsis geliyomuş sulukule roman orkestrası'ndan önce, ben daha ne isterim. şenlikten sonra da yazı yazıcam, bakalım öngörülerim tutmuş mu tutmamış mı. sonuca göre karanfil sokak'taki cafelerden birine falcı olarak iş başvurusunda bulunucam. poster çakıcam bi de, melodi'nin çektiği fotoğraflardan birini koyup. ooh. mis.
-> geçen gün hayatımda ilk defa tatlı yaptım. 3 kişi daha vardı hatta, beraber yaptık. işin ilginç yanı bunu ders gereği yapmış olmamız. not falan alıcaz düşün. yaptığım tatlı da tiramisu. kolay iş değil yani. gerçi grubuma söyledim, yapmayalım dedim, zor olur dedim. altından kalkamayız dedim. dinlemediler. neyse, aldık malzemeleri başladık yapmaya. her şey iyi güzel gidiyor, sonra bu benim gruptan akıllı bi arkadaş (isim vermek istemiyorum. litfen.) sen git, ocağın altını sonuna kadar aç, sonra tiramisu'nun muhallebisi sen de buharlaş, patates püresi gibi kal tencerenin ortasında. e şimdi bu adama ne diyim, di mi okur? neyse sonra gidildi, yeniden malzeme alındı, ikinci kez muhallebi yapıldı falan. iş, kremayı yaymadan önce keki ıslatma kısmına geldi. sonra bu akıllı arkadaş sen tut, "bütün sıvıyı dökmemiz lazım, yoksa tam ıslanmaz." diye bütün sıvıyı boca et kekin üstüne. kekin kenarından kahveli kahveli taşsın o sıvı da. e şimdi? tabii o kadar ıslatınca, tiramisu oldu revani. böyle bi ıpıslak, bi adamsendeci... (meraba daçe) ey akıllı arkadaş, ne hakkın vardı ilk tatlı yapma girişimimi sabote etmeye? sorarım!..
bugün de böyle sevgili okur. uslu olun, fırlamalık yapmayın. gözüm üstünüzde yeğen.. kendinize dikkat edin!.
not: laser tag, paintball'un lazerle oynananı. biraz daha pahalısı tabi. how i met your mother izleyenler daha iyi bilir.
not 2: bundan sonra arkada çalan şarkıya gönderme yaparak başlık koycam hep. çok zevkli oluyo.
iPhone'u olmayanlar kendini ezik hissetmesin diye, normal telefonlar için de mesajla tivit yazma özelliği eklemişler twitter'a. günün teknoloji haberi olsun bu da hadi. niye yazdığımı ben de bilmiyorum yoksa.
->bikaç ay önce bi mor ve ötesi yazısı yazmıştım hatırlarsın belki. evet işte o mor ve ötesi yeni albüm çıkarıyor sevgili okur. adı da masumiyetin ziyan olmaz. albümden çıkan ilk single yorma kendini oldu. bu şarkıya bi de klip çektiler. fekat.. klip bazı çevreler tarafından tepki yağmuruna boğuldu hemen. vay efendim "mor ve ötesi'ni de kaybettik, onlar da partili, kızlı klip çekmişler.." vay efendim "sizin aykırı duruşunuz bu mu?" falan gibi. ben klibin bir dalga geçme çabası olduğuna inanıyorum. zira klibi ilk izlediğimde tepkiler hakkında hiçbi fikrim yoktu. ve elimden geldiğince tarafsız bakmaya çalıştım, adamların deli gibi hayranı olmama rağmen. zaten taraflı da olsam, klibi "eleştirmem lazım, çok sevilen bu grubu eleştirmem lazım ki farklı görüneyim" zihniyetiyle izlemekten iyidir diye düşünüyorum. as a result, tepkilere falan bakmıyorum, "bomba gibi bi albüm geliyo sanırım" diyorum. ziyan olmayacak.
yine atarlı girdim, hayırlısı.
->o diil de okur, odtü kimliğiyle katılacağım (-sanki başka şenliğe katıldın caner..) ilk odtü şenliğinin programı da açıklandı ya, daha ne isterim. herkes akşamları devrim'de kimin çıkacağıyla ilgilendi başta fakat, program açıklanınca gördük ki gündüz gruplarıyla, diğer etkinliklerle falan baya bi eğlenicez gibi. laser tag kurucaklarmış ya, daha ne olsun. peşembe günü de marsis geliyomuş sulukule roman orkestrası'ndan önce, ben daha ne isterim. şenlikten sonra da yazı yazıcam, bakalım öngörülerim tutmuş mu tutmamış mı. sonuca göre karanfil sokak'taki cafelerden birine falcı olarak iş başvurusunda bulunucam. poster çakıcam bi de, melodi'nin çektiği fotoğraflardan birini koyup. ooh. mis.
-> geçen gün hayatımda ilk defa tatlı yaptım. 3 kişi daha vardı hatta, beraber yaptık. işin ilginç yanı bunu ders gereği yapmış olmamız. not falan alıcaz düşün. yaptığım tatlı da tiramisu. kolay iş değil yani. gerçi grubuma söyledim, yapmayalım dedim, zor olur dedim. altından kalkamayız dedim. dinlemediler. neyse, aldık malzemeleri başladık yapmaya. her şey iyi güzel gidiyor, sonra bu benim gruptan akıllı bi arkadaş (isim vermek istemiyorum. litfen.) sen git, ocağın altını sonuna kadar aç, sonra tiramisu'nun muhallebisi sen de buharlaş, patates püresi gibi kal tencerenin ortasında. e şimdi bu adama ne diyim, di mi okur? neyse sonra gidildi, yeniden malzeme alındı, ikinci kez muhallebi yapıldı falan. iş, kremayı yaymadan önce keki ıslatma kısmına geldi. sonra bu akıllı arkadaş sen tut, "bütün sıvıyı dökmemiz lazım, yoksa tam ıslanmaz." diye bütün sıvıyı boca et kekin üstüne. kekin kenarından kahveli kahveli taşsın o sıvı da. e şimdi? tabii o kadar ıslatınca, tiramisu oldu revani. böyle bi ıpıslak, bi adamsendeci... (meraba daçe) ey akıllı arkadaş, ne hakkın vardı ilk tatlı yapma girişimimi sabote etmeye? sorarım!..
bugün de böyle sevgili okur. uslu olun, fırlamalık yapmayın. gözüm üstünüzde yeğen.. kendinize dikkat edin!.
not: laser tag, paintball'un lazerle oynananı. biraz daha pahalısı tabi. how i met your mother izleyenler daha iyi bilir.
not 2: bundan sonra arkada çalan şarkıya gönderme yaparak başlık koycam hep. çok zevkli oluyo.
16 Nisan 2010 Cuma
take a look to the sky..
replik: "welly, welly, welly, welly, welly, welly, well.. to what do i owe the extreme pleasure of this surprising visit?"
sitem: 1 ay olmuş sesini çıkarmıyosun sevgili okur. hadi sen bişi demedin, bu soldaki "izleyiciler" ne iş yapıyo? bu kadar mı fark edilmiyor yokluğum? aşk olsun okur.
iç hesaplaşma: adama derler ki "senin peşinden mi koşucaz lan?". okurla atışma, pozisyonunu bil caner, adam ol.
yazı: senden ayrı kaldığım günlerde pek de değişik bişi olmadı be sevgili okur. seni yine gördüm gerçi, stüdyoda olsun, D binasında olsun.. okula gidip geldim işte. öyle bi tuhaf yazı oluyo bu da. hayırlısı.
okul demişken, pre-faculty diye bi kur var bizim hazırlıkta, biliyosun. girmeden önce şöyle rahat edersin, böyle yatarsın diye gazı aldım. girdim bi baktım, sürekli bi ödev yapmaca, sunum hazırlamaca bilmem ne. tamam midterm yok, tamam quiz yok ama sunum var, münazara var ona ne dicen? sen orda midterm stresi yaşarken ben evde yattım mı sanıyosun? tabi ki hayır. midterm bitti, biz daha sınıfta sunum yapıyoduk haberin var mı? yaa. pre-faculty okuyana "sizin işiniz de ne kolay, oh, yatıyosunuz" demek, mimarlık okuyan adama "ne güzel ya. iş eğitimi dersi gibi sürekli maket falan." demekle aynı şey. despite the kötü yönler, there are iyi ways of bu kur. ("ben acayip ingilizce bilirim, her cümlemde mutlaka ingilizce kelimeler kullanırım." tribi) nası iyi yönler bunlar? mesela sunum yapmayı öğreniyoruz, bölüme geçtiğimizde işimize yarıcakmış, öyle diyolar. "ingilizceyi anlıyorum ama konuşamıyorum" derdi ortadan kalkıyor, zira konuşmaktan başka bişi yaptığın yok derste. diyeceğim o ki, ilerde bi gün olur da önüne pre-faculty olmak ister misin diye kağıt uzatırlarsa "isterim" demekte tereddüt etme. biraz ter döküyosun ama süper oluyo. iyileştirmiyo ama süper oluyo. (şu göndermeyi anlayan ve anladığını bana bildiren ilk kişiye hawaii tatili.)
hawaii alfabesinde yalnızca 12 harf olduğunu biliyor muydunuz?? hııığğ???
gazete siteleri falan arada böyle köşeler yapıyo ya. yok "biliyor musunuz?", yok "ünlülerin bilinmeyen yönleri" falan diye. herkes nefret ediyo belki o köşelerden, ama ben hastasıyım onların. belki hiçbi yerde çıkıp "bir insan hayatının 6 ayını tuvalette geçiriyomuş." gibi bi bilgi paylaşmıcam, bunu bildiğim için böbürlenemicem ama seviyorum be. değişik bi şekilde ilginç geliyo bana. kimine de "seksi fotoğrafları için tıklayınız!" köşesi daha ilginç geliyo misal. türlü türlü insan var dünya üstünde işte napıcan.
yazıyı yazarken bi yandan televizyon izliyorum. (böbür) neyse, vedat milor çıktı ntv'de yine. bilmeyenler için bahsediyim biraz, bu adam gurme. kanalın verdiği parayla türkiyeyi gönlünce gezip iskender olsun, kabak tatlısı olsun, türk mutfağının şaheserlerinin tadına bakıyor falan. yeri geliyor bi esnaf lokantasına, yeri geliyo adı genelde ingilizce olan lüks bi restorana gidiyo. gittiği mekanda da en az 5-6 çeşit yemeğin tadına bakıyo. adamın işi yemek yemek anlıcağınız. ama adam yemek yerken ağzını şapırdatıyo. öyle ki, biz onu küçükken yaptığımızda annemiz bize kızardı "yapma!" diye. o derece rahatsız edici, o derece pis. dolayısıyla vedat milor denince benim aklıma "çep, çap" gibi sesler geliyo. ne programı izleyebiliyorum, ne yemekleri canım çekiyor. pis herif. gurme olmuşsun, bifsıtragonof falan diye konuşuyosun ama adam olamamışsın vedat! elli küsür yaşında adamsın, daha çap çup. terbiyesiz.
o değil de, gugıl'da "bakalım benim için ne demişler la?" diye adını aratıp bu yazıyı okusa çok komik olmaz mı? valla ben çok gülerim.
bu da böyle bi telafi yazısı sevgili okur. canım sağ olsun. yalnız bişi fark ettim, geçen sene de oscar yazısından sonra uzun bi sessizlik olmuştu. sanırım sorun onda. bi de, blog dünyasına yeni adım atan arkadaşlarımız var, hoşgelmişler. onlar kendilerini biliyo. hadi ben de kaçayım artık, yine gelirim.
not: başlığın sebebi arkada çalan şarkıdır. başka bi şey değil. öperim.
sitem: 1 ay olmuş sesini çıkarmıyosun sevgili okur. hadi sen bişi demedin, bu soldaki "izleyiciler" ne iş yapıyo? bu kadar mı fark edilmiyor yokluğum? aşk olsun okur.
iç hesaplaşma: adama derler ki "senin peşinden mi koşucaz lan?". okurla atışma, pozisyonunu bil caner, adam ol.
yazı: senden ayrı kaldığım günlerde pek de değişik bişi olmadı be sevgili okur. seni yine gördüm gerçi, stüdyoda olsun, D binasında olsun.. okula gidip geldim işte. öyle bi tuhaf yazı oluyo bu da. hayırlısı.
okul demişken, pre-faculty diye bi kur var bizim hazırlıkta, biliyosun. girmeden önce şöyle rahat edersin, böyle yatarsın diye gazı aldım. girdim bi baktım, sürekli bi ödev yapmaca, sunum hazırlamaca bilmem ne. tamam midterm yok, tamam quiz yok ama sunum var, münazara var ona ne dicen? sen orda midterm stresi yaşarken ben evde yattım mı sanıyosun? tabi ki hayır. midterm bitti, biz daha sınıfta sunum yapıyoduk haberin var mı? yaa. pre-faculty okuyana "sizin işiniz de ne kolay, oh, yatıyosunuz" demek, mimarlık okuyan adama "ne güzel ya. iş eğitimi dersi gibi sürekli maket falan." demekle aynı şey. despite the kötü yönler, there are iyi ways of bu kur. ("ben acayip ingilizce bilirim, her cümlemde mutlaka ingilizce kelimeler kullanırım." tribi) nası iyi yönler bunlar? mesela sunum yapmayı öğreniyoruz, bölüme geçtiğimizde işimize yarıcakmış, öyle diyolar. "ingilizceyi anlıyorum ama konuşamıyorum" derdi ortadan kalkıyor, zira konuşmaktan başka bişi yaptığın yok derste. diyeceğim o ki, ilerde bi gün olur da önüne pre-faculty olmak ister misin diye kağıt uzatırlarsa "isterim" demekte tereddüt etme. biraz ter döküyosun ama süper oluyo. iyileştirmiyo ama süper oluyo. (şu göndermeyi anlayan ve anladığını bana bildiren ilk kişiye hawaii tatili.)
hawaii alfabesinde yalnızca 12 harf olduğunu biliyor muydunuz?? hııığğ???
gazete siteleri falan arada böyle köşeler yapıyo ya. yok "biliyor musunuz?", yok "ünlülerin bilinmeyen yönleri" falan diye. herkes nefret ediyo belki o köşelerden, ama ben hastasıyım onların. belki hiçbi yerde çıkıp "bir insan hayatının 6 ayını tuvalette geçiriyomuş." gibi bi bilgi paylaşmıcam, bunu bildiğim için böbürlenemicem ama seviyorum be. değişik bi şekilde ilginç geliyo bana. kimine de "seksi fotoğrafları için tıklayınız!" köşesi daha ilginç geliyo misal. türlü türlü insan var dünya üstünde işte napıcan.
yazıyı yazarken bi yandan televizyon izliyorum. (böbür) neyse, vedat milor çıktı ntv'de yine. bilmeyenler için bahsediyim biraz, bu adam gurme. kanalın verdiği parayla türkiyeyi gönlünce gezip iskender olsun, kabak tatlısı olsun, türk mutfağının şaheserlerinin tadına bakıyor falan. yeri geliyor bi esnaf lokantasına, yeri geliyo adı genelde ingilizce olan lüks bi restorana gidiyo. gittiği mekanda da en az 5-6 çeşit yemeğin tadına bakıyo. adamın işi yemek yemek anlıcağınız. ama adam yemek yerken ağzını şapırdatıyo. öyle ki, biz onu küçükken yaptığımızda annemiz bize kızardı "yapma!" diye. o derece rahatsız edici, o derece pis. dolayısıyla vedat milor denince benim aklıma "çep, çap" gibi sesler geliyo. ne programı izleyebiliyorum, ne yemekleri canım çekiyor. pis herif. gurme olmuşsun, bifsıtragonof falan diye konuşuyosun ama adam olamamışsın vedat! elli küsür yaşında adamsın, daha çap çup. terbiyesiz.
o değil de, gugıl'da "bakalım benim için ne demişler la?" diye adını aratıp bu yazıyı okusa çok komik olmaz mı? valla ben çok gülerim.
bu da böyle bi telafi yazısı sevgili okur. canım sağ olsun. yalnız bişi fark ettim, geçen sene de oscar yazısından sonra uzun bi sessizlik olmuştu. sanırım sorun onda. bi de, blog dünyasına yeni adım atan arkadaşlarımız var, hoşgelmişler. onlar kendilerini biliyo. hadi ben de kaçayım artık, yine gelirim.
not: başlığın sebebi arkada çalan şarkıdır. başka bi şey değil. öperim.
11 Mart 2010 Perşembe
geç olsun güç olmasın
selamlar.. az önce şunu fark ettim ki, yazı yazmaya oturduğumda müzik açık olmazsa pek de güzel eserler veremiyorum. ben de gittim metallica'dan so what'ı açtım.. şimdi bana diyebilirsin "so f**king what?" diye. de. bişi demicem.
kafamda 2 gündür oscar için bişiler yazma projesi var ama yine bu 2 gündür doğru düzgün eve uğramadığımdan, daçe gibi de fizik labı müdavimi olmadığımdan yazamadım yazıyı. bugüne kısmetmiş. haydi hayırlısı.
efenim geçen pazar, bildiğiniz üzere, 82. oscar ödülleri töreni gecesi var idi. pazar günü uyumadan izlemeyi düşünüyodum fekat, yapamadım. uyudum yani. ama sonra gecenin 4'ünde tuvalete kalktım. (neler anlatıyorum lan ben böyle?!) sonra aklıma geldi. "enee oscar var 'ya la' " dedim. koştum açtım televizyonu. baktım kıytırık ödüller veriliyo daha. içim bi rahatladı. en iyi erkek'i falan kaçırmamıştım zira.
tören sabah 7'ye (TSİ) kadar sürdü. ve ben bu 3 saat boyunca "allaam nolur avatar cortlasın.. nolur en iyi film ödülünü alamasın.." şeklinde dualar ettim, dileklerde bulundum. tabii bu arada diğer ödüller dağıtılıyodu..
en iyi yardımcı kadın: Mo'nique (Precious)
en iyi yardımcı erkek: CHRISTOPH WALTZ (INGLOURIOUS BASTERDS) (iki yıldır şu ödülü istediğim adamlar alıyo ya, en iyi film isterse seneye avatarın olsun, umrumda diil. ayrıca bu film izlenmediyse hala, izlenmeli. sırf şu adamın oyunculuğu için bile yani. o derece acayip.)
en iyi kadın: Sandra Bullock (The Blind Side)
en iyi erkek: Jeff Bridges (Crazy Heart) (The Big Lebowski'den hatırlayabilirsiniz. belki.)
en iyi uyarlama senaryo: Precious (Based on the novel written by Sapphire) (copy paste diil, alın teri)
en iyi senaryo: The Hurt Locker
en iyi yönetmen: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)
en iyi film: The Hurt Locker
şimdi efenim. ödülleri gördünüz. şu büyük ödüllerin arasında bir tane bile Avatar yazmıyo ya. o yetti bana işte. fekat, The Hurt Locker'a da sütten çıkmış ak kaşık diil diyolar. bilemedim. ama James Cameron'a iyi oldu. milyonlarca dolar parayı sırf görsel efekte basarsan, senaryoyu, oyunculukları bu kadar başından savarsan böyle olur. ha sen şimdi dicen ki, sevgili okur, "adam parasını kazandı, oscar'ı napıcak?". öyle diil işte. o filmin DVD'si çıktığında üstünde "en iyi film oscarı dahil 563 ödül" yazmıcak ya. bitti.
içimi acıtan bişi var şu ödüller hakkında. bu filmlerin büyük bi yüzdesini biz izleyememiş oluyoruz türkiye'de. sonra ekşi sözlük'ten falan bakıp "bu film amerikan propagandasıymış aabi ya" diye geziyoruz. diyeceğim o ki, şu yazıyı okuyan bir özenfilm, bir Pinema, bir dağıtıcı şirket elemanı falan varsa, şu filmleri biraz daha çabuk dağıtın da oscarlar hakkında daha iyi fikir sahibi olalım. di mi ama?
şu son paragrafta bir Inglourious Basterds'a, bir Quentin Tarantino'ya, bir Christoph Waltz'a övgü vermezsem içim rahat etmez. Quentin Tarantino'nun 3 filmini izledim, hepsi de muhteşem filmler. ve adamın tarzı çok acayip. uzun uzun diyaloglar, mükemmel oyunculuklar, bikaç farklı hikayenin birleşip muhteşem bir senaryo ortaya çıkarması gibi özellikleri var hepsinin. şu dünyada hayran kaldığım yönetmenlerden biri Christopher Nolan'sa, diğeri bu adamdır kesinlikle. Inglourious Basterds'ta da yine farklı hikayelerin birleşmesi, uzun diyaloglar gibi özellikleri görüyoruz. bunun üstüne bir de Brad Pitt, Eli Roth, Christoph Waltz gibi oyuncuların performansı eklenince film, benim için yılın en iyi filmi ödülünü almış oluyor. kimse kusura bakmasın. hele Christoph ya. nası bişisin sen öyle Chris? adam filmi 4 dilde (*italyanca, almanca, fransızca, ingilizce) oynuyor. ve şerrefsiz nazi subayı öbeğinin hakkını öyle bi veriyor ki oscarı kapıyor. oh, rahatladım.
evet sevgili okur, biraz uzun bi yazı oldu sanırım. kusura bakma sıktıysam. ben de böyle manyak bi adamım. tanımadığım adamların arkasından atıp tutuyorum, yine tanımadığım adamlara hayranlığımı bildiriyorum falan. neyse, affet beni. yeni yazılarda görüşmek üzere. sii ya.
not: rtük bloglara da bakmıyo di mi, gizli reklam var diye?
kafamda 2 gündür oscar için bişiler yazma projesi var ama yine bu 2 gündür doğru düzgün eve uğramadığımdan, daçe gibi de fizik labı müdavimi olmadığımdan yazamadım yazıyı. bugüne kısmetmiş. haydi hayırlısı.
efenim geçen pazar, bildiğiniz üzere, 82. oscar ödülleri töreni gecesi var idi. pazar günü uyumadan izlemeyi düşünüyodum fekat, yapamadım. uyudum yani. ama sonra gecenin 4'ünde tuvalete kalktım. (neler anlatıyorum lan ben böyle?!) sonra aklıma geldi. "enee oscar var 'ya la' " dedim. koştum açtım televizyonu. baktım kıytırık ödüller veriliyo daha. içim bi rahatladı. en iyi erkek'i falan kaçırmamıştım zira.
tören sabah 7'ye (TSİ) kadar sürdü. ve ben bu 3 saat boyunca "allaam nolur avatar cortlasın.. nolur en iyi film ödülünü alamasın.." şeklinde dualar ettim, dileklerde bulundum. tabii bu arada diğer ödüller dağıtılıyodu..
en iyi yardımcı kadın: Mo'nique (Precious)
en iyi yardımcı erkek: CHRISTOPH WALTZ (INGLOURIOUS BASTERDS) (iki yıldır şu ödülü istediğim adamlar alıyo ya, en iyi film isterse seneye avatarın olsun, umrumda diil. ayrıca bu film izlenmediyse hala, izlenmeli. sırf şu adamın oyunculuğu için bile yani. o derece acayip.)
en iyi kadın: Sandra Bullock (The Blind Side)
en iyi erkek: Jeff Bridges (Crazy Heart) (The Big Lebowski'den hatırlayabilirsiniz. belki.)
en iyi uyarlama senaryo: Precious (Based on the novel written by Sapphire) (copy paste diil, alın teri)
en iyi senaryo: The Hurt Locker
en iyi yönetmen: Kathryn Bigelow (The Hurt Locker)
en iyi film: The Hurt Locker
şimdi efenim. ödülleri gördünüz. şu büyük ödüllerin arasında bir tane bile Avatar yazmıyo ya. o yetti bana işte. fekat, The Hurt Locker'a da sütten çıkmış ak kaşık diil diyolar. bilemedim. ama James Cameron'a iyi oldu. milyonlarca dolar parayı sırf görsel efekte basarsan, senaryoyu, oyunculukları bu kadar başından savarsan böyle olur. ha sen şimdi dicen ki, sevgili okur, "adam parasını kazandı, oscar'ı napıcak?". öyle diil işte. o filmin DVD'si çıktığında üstünde "en iyi film oscarı dahil 563 ödül" yazmıcak ya. bitti.
içimi acıtan bişi var şu ödüller hakkında. bu filmlerin büyük bi yüzdesini biz izleyememiş oluyoruz türkiye'de. sonra ekşi sözlük'ten falan bakıp "bu film amerikan propagandasıymış aabi ya" diye geziyoruz. diyeceğim o ki, şu yazıyı okuyan bir özenfilm, bir Pinema, bir dağıtıcı şirket elemanı falan varsa, şu filmleri biraz daha çabuk dağıtın da oscarlar hakkında daha iyi fikir sahibi olalım. di mi ama?
şu son paragrafta bir Inglourious Basterds'a, bir Quentin Tarantino'ya, bir Christoph Waltz'a övgü vermezsem içim rahat etmez. Quentin Tarantino'nun 3 filmini izledim, hepsi de muhteşem filmler. ve adamın tarzı çok acayip. uzun uzun diyaloglar, mükemmel oyunculuklar, bikaç farklı hikayenin birleşip muhteşem bir senaryo ortaya çıkarması gibi özellikleri var hepsinin. şu dünyada hayran kaldığım yönetmenlerden biri Christopher Nolan'sa, diğeri bu adamdır kesinlikle. Inglourious Basterds'ta da yine farklı hikayelerin birleşmesi, uzun diyaloglar gibi özellikleri görüyoruz. bunun üstüne bir de Brad Pitt, Eli Roth, Christoph Waltz gibi oyuncuların performansı eklenince film, benim için yılın en iyi filmi ödülünü almış oluyor. kimse kusura bakmasın. hele Christoph ya. nası bişisin sen öyle Chris? adam filmi 4 dilde (*italyanca, almanca, fransızca, ingilizce) oynuyor. ve şerrefsiz nazi subayı öbeğinin hakkını öyle bi veriyor ki oscarı kapıyor. oh, rahatladım.
evet sevgili okur, biraz uzun bi yazı oldu sanırım. kusura bakma sıktıysam. ben de böyle manyak bi adamım. tanımadığım adamların arkasından atıp tutuyorum, yine tanımadığım adamlara hayranlığımı bildiriyorum falan. neyse, affet beni. yeni yazılarda görüşmek üzere. sii ya.
not: rtük bloglara da bakmıyo di mi, gizli reklam var diye?
4 Mart 2010 Perşembe
farklı ol, imkansızı iste..
(bu söz öyle diildi lan sanki.. neyse du bakalım)
dün yorgunluktan yazamadım, bugün yazıcam. gecikme için özür dilerim. (-aman bi umrumuzdaydı ki caner, sorma..) efenim, dünkü kampus gelişim günleri maceramı anlatmak istiyorum size. izninizle.
okulda 3 gündür kampus gelişim günleri adı altında çeşitli seviyesiz, terbiyesiz (şaka lan atarlanmayın hemen) etkinlikler düzenlenmekte. vay efendim gürgen öz söyleşisi, yok efendim turkcell ile mutlu iletişimler, vay efendim 1 kadın 1 erkek söyleşisi falan gibi. önümüzdeki yıldan itibaren okumaya başlayacağım bölüm gereği ben pek ilgi duymuyordum bu etkinliklere. zira, daha çok mühendislere, iktisatçılara falan hitap ediyo böyle şeyler. neyse, arkadaşların zoruyla gittik turkcell seminerine. seminerdeki, insan kaynakları müdürü müdür nedir, kadın hep aynı şeyleri söyleyip durdu. bir tek "farklı olun, yaptığınız işi sevin.." dedi. farklı ol, farklı ol, farklı, fark.. şeklinde uzayıp giden pavırpoyint sunumları sıraladı falan. "biz bi tek müşterilerimizi düşünürüz. bizim için en önemli şey müşteridir." diye yalanlar söyledi. canlar sıkıldı tabi haliyle. ha bi de kadın sürekli ingilizce kelimeler karıştırıp duruyodu konuşmasının arasına, sabır taşırdı hafif. çıktık biz de sunumun sonuna doğru. "ulan ben biyolog olucam burda ne işim var?" diye de düşünmeden edemedim, konuşmanın bazı bölümlerinde.
bu sunumdan çıkıp "oyun teknolojileri" adlı diğer bir sunuma girdik, sevgili okur. onda da bir "ee"leyen adam vakasıyla karşılaştık. ilk bikaç dakkayı atlatınca o da sakinleşti tabi. heyecan yaptı abisi başlarda, napsın. bu sunum turkcell'in kötü yalanlarıyla dolu diğerinden çok daha iyiydi haliyle. kızların çoğu birbirlerine baktılar, "bilizırd ne ya?" şeklinde. bu sunumdan da çıkıp, artık the grande finale'yi yapacağımız salona ilerledik. 1 kadın 1 erkek söyleşisi için.
okuldaki çoğu topluluk böyle etkinlikler sonrası biraz tanıtım, biraz da çerez amaçlı ünlü söyleşisi falan gibi şeylerle çeşitli atraksiyonlara girişiyolar. ay tıripıl i de 1 kadın 1 erkek'i seçmiş etkinliğin son gününde. iyi güzel de, böyle ilgi çeken konuk getirdin mi organizasyon falan yalan oluyo haliyle. misal, önce diyosun ki "bu seminerden sonra salon boşaltılcak, daha sonra tekrar sıraya girip 1 kadın 1 erkek söyleşisine girebilirsiniz arkadaşlar.", sonra binlerce insan kapıya yığılınca "bu seminer uzadı, kusura bakmayın, biraz daha bekliceksiniz. ehe ehe." diyosun. e biz de ayakta 2 saat beklediğimizle kalıyoruz. üstelik söyleşiyi de oturacak yer olmadan izliyoruz. demet evgar'dır, emre karayel'dir tamam ama, bizimki de bünye arkadaş. 3 saat aralıksız ayakta durunca bu bel kopuyor. yapacak bişi kalmıyor. sinirden, yorgunluktan demet evgar'ı bile görmez oluyor bu gözler. neyse, bi daha olmasın.
to sum up, (özetlemek gerekir ise) turkcell semineri izleyen bir geleceğin biyoloğu ve bir çift renkli göz, hafif kızıl saç için 3 saat ayakta dikilen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, gelişemedim ben. yine de, demet iyiydi yani. seneye daha iyi bişi bekliyorum, ona göre aytıripıli. bu da böyle naçizane bi eleştiriydi, küsmece-darılmaca yok. hadi caner kaçar.
dün yorgunluktan yazamadım, bugün yazıcam. gecikme için özür dilerim. (-aman bi umrumuzdaydı ki caner, sorma..) efenim, dünkü kampus gelişim günleri maceramı anlatmak istiyorum size. izninizle.
okulda 3 gündür kampus gelişim günleri adı altında çeşitli seviyesiz, terbiyesiz (şaka lan atarlanmayın hemen) etkinlikler düzenlenmekte. vay efendim gürgen öz söyleşisi, yok efendim turkcell ile mutlu iletişimler, vay efendim 1 kadın 1 erkek söyleşisi falan gibi. önümüzdeki yıldan itibaren okumaya başlayacağım bölüm gereği ben pek ilgi duymuyordum bu etkinliklere. zira, daha çok mühendislere, iktisatçılara falan hitap ediyo böyle şeyler. neyse, arkadaşların zoruyla gittik turkcell seminerine. seminerdeki, insan kaynakları müdürü müdür nedir, kadın hep aynı şeyleri söyleyip durdu. bir tek "farklı olun, yaptığınız işi sevin.." dedi. farklı ol, farklı ol, farklı, fark.. şeklinde uzayıp giden pavırpoyint sunumları sıraladı falan. "biz bi tek müşterilerimizi düşünürüz. bizim için en önemli şey müşteridir." diye yalanlar söyledi. canlar sıkıldı tabi haliyle. ha bi de kadın sürekli ingilizce kelimeler karıştırıp duruyodu konuşmasının arasına, sabır taşırdı hafif. çıktık biz de sunumun sonuna doğru. "ulan ben biyolog olucam burda ne işim var?" diye de düşünmeden edemedim, konuşmanın bazı bölümlerinde.
bu sunumdan çıkıp "oyun teknolojileri" adlı diğer bir sunuma girdik, sevgili okur. onda da bir "ee"leyen adam vakasıyla karşılaştık. ilk bikaç dakkayı atlatınca o da sakinleşti tabi. heyecan yaptı abisi başlarda, napsın. bu sunum turkcell'in kötü yalanlarıyla dolu diğerinden çok daha iyiydi haliyle. kızların çoğu birbirlerine baktılar, "bilizırd ne ya?" şeklinde. bu sunumdan da çıkıp, artık the grande finale'yi yapacağımız salona ilerledik. 1 kadın 1 erkek söyleşisi için.
okuldaki çoğu topluluk böyle etkinlikler sonrası biraz tanıtım, biraz da çerez amaçlı ünlü söyleşisi falan gibi şeylerle çeşitli atraksiyonlara girişiyolar. ay tıripıl i de 1 kadın 1 erkek'i seçmiş etkinliğin son gününde. iyi güzel de, böyle ilgi çeken konuk getirdin mi organizasyon falan yalan oluyo haliyle. misal, önce diyosun ki "bu seminerden sonra salon boşaltılcak, daha sonra tekrar sıraya girip 1 kadın 1 erkek söyleşisine girebilirsiniz arkadaşlar.", sonra binlerce insan kapıya yığılınca "bu seminer uzadı, kusura bakmayın, biraz daha bekliceksiniz. ehe ehe." diyosun. e biz de ayakta 2 saat beklediğimizle kalıyoruz. üstelik söyleşiyi de oturacak yer olmadan izliyoruz. demet evgar'dır, emre karayel'dir tamam ama, bizimki de bünye arkadaş. 3 saat aralıksız ayakta durunca bu bel kopuyor. yapacak bişi kalmıyor. sinirden, yorgunluktan demet evgar'ı bile görmez oluyor bu gözler. neyse, bi daha olmasın.
to sum up, (özetlemek gerekir ise) turkcell semineri izleyen bir geleceğin biyoloğu ve bir çift renkli göz, hafif kızıl saç için 3 saat ayakta dikilen biri olarak şunu söyleyebilirim ki, gelişemedim ben. yine de, demet iyiydi yani. seneye daha iyi bişi bekliyorum, ona göre aytıripıli. bu da böyle naçizane bi eleştiriydi, küsmece-darılmaca yok. hadi caner kaçar.
28 Şubat 2010 Pazar
alengirli sorular
merhaba. "neyaber?". demin daçe'nin yazısını okudum adam resmen döktürmüş. gaza geldim ben de haliyle. gazdan çok suçluluk duygusu aslında, iki haftadır buraları sahipsiz bırakmanın getirdiği. dedim şu şubat ayının son gününe bir yazı daha sıkıştırayım.
...bu yıl 2010 diil de 2012 olsaydı bu gün şubatın son günü olmıcaktı. ama bu yıl ikibinon. ironik diil mi ya sence de? misal 2008'i hatırlarım, onda da böyleydi. şubatın son günü diildi bugün. misal 2008 şubatının son gününde doğan çocuğa yazık lan. adamın doğum günü 4 yılda bir yaşanıyo. aradaki 3 yıl adamı resmen unutuyolar gibi böyle. yoksayıyolar. biliyorum ben.
şubat niye böyle bi ezik? niye en kısa ay? miladi takvimi kim oluşturduysa şubata bi haksızlık yapmamış mı sevgili okur sence de? takvim 367 gün kabul edilseydi de şubat da 30 gün olsaydı fena mı olurdu? yazık diil mi ona? çok saçma geliyo bana ya. niye şubat? niye ağustos diil mesela? çıldırıcam. iç hesaplaşma yaşıyorum şurda resmen. of.
2012 dedim de bak şimdi dertlendim yine. what if it happens? neyse şimdi bunları düşünmeyelim...
...kızlar genelde bilgisayar oyunu sevmez ya. böyle bi asosyallik sembolü olarak görürler bütün oyunları falan. erkeklere yükledikleri "beyinsiz" sıfatının kanıtı olarak göstermeye bayılırlar hani. işte bu tabuyu yıkan yegane oyun guitar hero'dur. bir tane kız görmedim şu dünyada, bu oyunun çekimine kapılmayan. başlarda yine o vakur duruşlarını gösterip "amaan bu ne ya bilgisayar mı oynıcaz yani?" diye saldırır çoğu. ama bir nothing else matters izlemeye bakar vallahi iş. o saldırılar hemen "aa ne güzelmiş ya.. nası çalıyoruz şimdi?"ye dönüşür. çünkü oyun öyle bi oyun ki sevgili okur, her kesimden insanı etkisi altına alabiliyor. arkasında amerika var diyolar ama ben inanmıyorum, bence israil'in oyunu bunlar. oynarken kafadan hep "ulan ne deli çaldım ya.. ben bir rockstar'ım, i rock!" düşüncesi geçiyor çünkü. "bu şarkıyı ben çalıyorum ulan! ben yaptım bunu!" diyoruz doğru düzgün çalamadığımız fade to black solosunda bile. bizlere bu zevki tattıran ömer ve coşkun abilere selamlar ederim burdan.
guitar hero'da michael jackson'ın beat it şarkısının yer almasının, onun ölümünden önce gerçekleşmiş olması da ironik diil mi sizce? sanki böyle imza bırakmış gibi. o diil de ne çok ironik şey varmış dünyada. mütemadiyen ironuyorum...
birazdan yazacağım şeyler bazı insanları rahatsız edebilir. çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz!..
...bunu bi arkadaşla tartışmıştık, cevap bulamamıştık. burda da tartışmak istiyorum. sevgili okur sorarım sana.. aynı anlamı karşılamalarına rağmen, bok kelimesi bir küfür sayılırken, dışkı kelimesi neden herhangi bir ağız kapama efektiyle karşılaşmıyor? tarihte şöyle bi olay mı gelişmiş ki?:
-evet, toplantımız başlıyor aziz tdk üyeleri. bugünkü konumuz bok kelimesinin argo kapsamına alınıp alınmayacağı. bok kelimesinin argo kapsamına alınmasını kabul edenler?.. reddedenler?.. kabul edilmiştir.
+yerine başka bişi bulmamız lazım şimdi ama sayın başkan.
-haklısınız sayın üye. önerisi olan?
+bence dışkı diyelim. hem terminolojik açıdan incelendiğinde sorun çıkarmaz gibi geliyor.
-kabul edenler?.. reddedenler?.. kabul edilmiştir. teşekkürler.
bu ne lan. diyeceğim o ki; kim karar vermiş buna yani? ilk kim rahatsız olmuş o kelimeden? niye argo sayılmış ki yani? çok saçma lan...
eveet, sana iki büyük çıldırtmalı, alengirli soru bıraktım ve gidiyorum sevgili okur. bunların cevabını arayıp arayıp kendini harap etme. hadi gittim ben. teyk keyr.
...bu yıl 2010 diil de 2012 olsaydı bu gün şubatın son günü olmıcaktı. ama bu yıl ikibinon. ironik diil mi ya sence de? misal 2008'i hatırlarım, onda da böyleydi. şubatın son günü diildi bugün. misal 2008 şubatının son gününde doğan çocuğa yazık lan. adamın doğum günü 4 yılda bir yaşanıyo. aradaki 3 yıl adamı resmen unutuyolar gibi böyle. yoksayıyolar. biliyorum ben.
şubat niye böyle bi ezik? niye en kısa ay? miladi takvimi kim oluşturduysa şubata bi haksızlık yapmamış mı sevgili okur sence de? takvim 367 gün kabul edilseydi de şubat da 30 gün olsaydı fena mı olurdu? yazık diil mi ona? çok saçma geliyo bana ya. niye şubat? niye ağustos diil mesela? çıldırıcam. iç hesaplaşma yaşıyorum şurda resmen. of.
2012 dedim de bak şimdi dertlendim yine. what if it happens? neyse şimdi bunları düşünmeyelim...
...kızlar genelde bilgisayar oyunu sevmez ya. böyle bi asosyallik sembolü olarak görürler bütün oyunları falan. erkeklere yükledikleri "beyinsiz" sıfatının kanıtı olarak göstermeye bayılırlar hani. işte bu tabuyu yıkan yegane oyun guitar hero'dur. bir tane kız görmedim şu dünyada, bu oyunun çekimine kapılmayan. başlarda yine o vakur duruşlarını gösterip "amaan bu ne ya bilgisayar mı oynıcaz yani?" diye saldırır çoğu. ama bir nothing else matters izlemeye bakar vallahi iş. o saldırılar hemen "aa ne güzelmiş ya.. nası çalıyoruz şimdi?"ye dönüşür. çünkü oyun öyle bi oyun ki sevgili okur, her kesimden insanı etkisi altına alabiliyor. arkasında amerika var diyolar ama ben inanmıyorum, bence israil'in oyunu bunlar. oynarken kafadan hep "ulan ne deli çaldım ya.. ben bir rockstar'ım, i rock!" düşüncesi geçiyor çünkü. "bu şarkıyı ben çalıyorum ulan! ben yaptım bunu!" diyoruz doğru düzgün çalamadığımız fade to black solosunda bile. bizlere bu zevki tattıran ömer ve coşkun abilere selamlar ederim burdan.
guitar hero'da michael jackson'ın beat it şarkısının yer almasının, onun ölümünden önce gerçekleşmiş olması da ironik diil mi sizce? sanki böyle imza bırakmış gibi. o diil de ne çok ironik şey varmış dünyada. mütemadiyen ironuyorum...
birazdan yazacağım şeyler bazı insanları rahatsız edebilir. çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz!..
...bunu bi arkadaşla tartışmıştık, cevap bulamamıştık. burda da tartışmak istiyorum. sevgili okur sorarım sana.. aynı anlamı karşılamalarına rağmen, bok kelimesi bir küfür sayılırken, dışkı kelimesi neden herhangi bir ağız kapama efektiyle karşılaşmıyor? tarihte şöyle bi olay mı gelişmiş ki?:
-evet, toplantımız başlıyor aziz tdk üyeleri. bugünkü konumuz bok kelimesinin argo kapsamına alınıp alınmayacağı. bok kelimesinin argo kapsamına alınmasını kabul edenler?.. reddedenler?.. kabul edilmiştir.
+yerine başka bişi bulmamız lazım şimdi ama sayın başkan.
-haklısınız sayın üye. önerisi olan?
+bence dışkı diyelim. hem terminolojik açıdan incelendiğinde sorun çıkarmaz gibi geliyor.
-kabul edenler?.. reddedenler?.. kabul edilmiştir. teşekkürler.
bu ne lan. diyeceğim o ki; kim karar vermiş buna yani? ilk kim rahatsız olmuş o kelimeden? niye argo sayılmış ki yani? çok saçma lan...
eveet, sana iki büyük çıldırtmalı, alengirli soru bıraktım ve gidiyorum sevgili okur. bunların cevabını arayıp arayıp kendini harap etme. hadi gittim ben. teyk keyr.
15 Şubat 2010 Pazartesi
coşkulu hezeyan..
prerequisite: "işbu yazı kişisel bir hezeyanın sonucudur. arkasında art niyet aranmamalıdır. mor ve ötesi adlı grubu sevmeyenlere önerim şudur ki: çok ayıp ediyosunuz, sevin. yazı genel olarak ciddi öğeler içermekle beraber, hayatında mor ve ötesi dinlememiş olanlara bir anlam ifade etmeyebilir."
dostlar, dün gece bir konsere gittim ki anlatamam. ama yok anlatıyım. bakalım anlatabilcek miyim? neyse bu kadar sululuk yeter. dün gece mor ve ötesi (ne kadar "bold" yazsam da istediğim vurguyu yapamam şu söz öbeğine) gelmiş idi, akustik akustik. ve ben son güne kadar "ulan adamları yine izleyemicem yaa!.." diye hayıflanırken, bir arkadaşım elinde fazla bilet olduğunu söyledi. saldırdım tabi anında. şu ülkede en sevdiğim gruptur kendisi zira. ve hiç konserine gidememiş olmanın verdiği bir gaz da vardı tabi.
"gelecekler, yüzlerinde cam gibi bir büyük öfke.."
neyse efenim, gittik konser mekanına, güzel insanlarla. mekana gitmeden önce "aabii sevgililer günü olduğu içün orası öyle kalabalık olcak ki, hiç tat alamayacaksınız." diyenleri pişman edercesine muhteşem bir yer bulduk. (sahnenin 2 metre kadar önü. hehe. böyle de pis hava atarım.) konser başlamadan önce çalınan şarkılar o kadar alakasızdı ki, gelecek olan grupla, dans etmekten kendimizi alamadık. bu arada bir arkadaşı gördüm. (adı feyza olur.) (buranın tagi de bu kadar oluyo feyza napim. kusura bakmazsın artık.) "gördün de noldu yani?" diyebilirsiniz, şu oldu: birbirimizi hiç duyamadık, yüksek sesli müzik yüzünden, saçma sapan cevaplar verdik birbirimize. adeta how i met your mother'dan bir sahne canlandırır gibi hissettik kendimizi. çok komikti ama ya. böyle anlatınca bi tuhaf oldu da, komikti yani. neyse.
"aç şu kalbini söyle, hayatın gerçek mi??"
türlü dansların, şakaların sonrasında bir de baktık geldiler sahneye: harun, kerem, kerem ve burak olmak üzere. harun denen adam, ki solist olur, televizyondakinden daha karizma bi adammış, onu öğrendik. ve az çok'la başladı o muhteşem 2 saat, o nası geçtiğini bilemediğimiz. ben tabi büyük hayranlık ve ilk defa mor ve ötesi görmenin verdiği görmemişlikle her şarkıdan sonra "BRRAAVOOOOOO!!" diye bağırmadan duramadım.
"gel sen de kopar bir parça, tozum bile kalmasın.."
şarkılar türküler derken, harun konuştu: "bu son şarkımız, hepinize teşekkür ediyoruz geldiğiniz için, muhteşemdiniz." aslında herkes biliyordu bunun son olmayacağını. dinledik büyük düşler'i. çıkıp gittiler, içimizi bir korku sardı "hayat'ı söylemeyecekler mi yani şimdi?" diye. söylemez olurlar mı, geri dönüp söylediler elbet.
"ve hayat, ki canına tak etmişti, "sus!" dedi artık.."
konseri darbe'yle bitirdiler. ve ben son ve en sağlam "BRAAVVOOOO!!"mu yolladım alkışların arasından. öyle muhteşemdi, öyle iyiydi ki anlatamadım işte sevgili okur. şebnem ferah alınmasın ama, benim gördüğüm en iyi konser buydu. en iyisi! bunu da yazayım istedim. tamamını okuduysan sağ ol, sevgili okur. okumadıysan bunu görmiceksin büyük ihtimal: naber? iyi misin?.. neyse hadi sululaştım yine. yeni kons.. öhöm.. yeni yazılarla karşınızda olmaya çalışıcam. lav yu.
"iyi ki varsın, iyi ki yokum.."
dostlar, dün gece bir konsere gittim ki anlatamam. ama yok anlatıyım. bakalım anlatabilcek miyim? neyse bu kadar sululuk yeter. dün gece mor ve ötesi (ne kadar "bold" yazsam da istediğim vurguyu yapamam şu söz öbeğine) gelmiş idi, akustik akustik. ve ben son güne kadar "ulan adamları yine izleyemicem yaa!.." diye hayıflanırken, bir arkadaşım elinde fazla bilet olduğunu söyledi. saldırdım tabi anında. şu ülkede en sevdiğim gruptur kendisi zira. ve hiç konserine gidememiş olmanın verdiği bir gaz da vardı tabi.
"gelecekler, yüzlerinde cam gibi bir büyük öfke.."
neyse efenim, gittik konser mekanına, güzel insanlarla. mekana gitmeden önce "aabii sevgililer günü olduğu içün orası öyle kalabalık olcak ki, hiç tat alamayacaksınız." diyenleri pişman edercesine muhteşem bir yer bulduk. (sahnenin 2 metre kadar önü. hehe. böyle de pis hava atarım.) konser başlamadan önce çalınan şarkılar o kadar alakasızdı ki, gelecek olan grupla, dans etmekten kendimizi alamadık. bu arada bir arkadaşı gördüm. (adı feyza olur.) (buranın tagi de bu kadar oluyo feyza napim. kusura bakmazsın artık.) "gördün de noldu yani?" diyebilirsiniz, şu oldu: birbirimizi hiç duyamadık, yüksek sesli müzik yüzünden, saçma sapan cevaplar verdik birbirimize. adeta how i met your mother'dan bir sahne canlandırır gibi hissettik kendimizi. çok komikti ama ya. böyle anlatınca bi tuhaf oldu da, komikti yani. neyse.
"aç şu kalbini söyle, hayatın gerçek mi??"
türlü dansların, şakaların sonrasında bir de baktık geldiler sahneye: harun, kerem, kerem ve burak olmak üzere. harun denen adam, ki solist olur, televizyondakinden daha karizma bi adammış, onu öğrendik. ve az çok'la başladı o muhteşem 2 saat, o nası geçtiğini bilemediğimiz. ben tabi büyük hayranlık ve ilk defa mor ve ötesi görmenin verdiği görmemişlikle her şarkıdan sonra "BRRAAVOOOOOO!!" diye bağırmadan duramadım.
"gel sen de kopar bir parça, tozum bile kalmasın.."
şarkılar türküler derken, harun konuştu: "bu son şarkımız, hepinize teşekkür ediyoruz geldiğiniz için, muhteşemdiniz." aslında herkes biliyordu bunun son olmayacağını. dinledik büyük düşler'i. çıkıp gittiler, içimizi bir korku sardı "hayat'ı söylemeyecekler mi yani şimdi?" diye. söylemez olurlar mı, geri dönüp söylediler elbet.
"ve hayat, ki canına tak etmişti, "sus!" dedi artık.."
konseri darbe'yle bitirdiler. ve ben son ve en sağlam "BRAAVVOOOO!!"mu yolladım alkışların arasından. öyle muhteşemdi, öyle iyiydi ki anlatamadım işte sevgili okur. şebnem ferah alınmasın ama, benim gördüğüm en iyi konser buydu. en iyisi! bunu da yazayım istedim. tamamını okuduysan sağ ol, sevgili okur. okumadıysan bunu görmiceksin büyük ihtimal: naber? iyi misin?.. neyse hadi sululaştım yine. yeni kons.. öhöm.. yeni yazılarla karşınızda olmaya çalışıcam. lav yu.
"iyi ki varsın, iyi ki yokum.."
11 Şubat 2010 Perşembe
sanalizasyon..
merhaba. (hello.) lütfen oturun, konferansımız başlamak üzere. (please have a seat, the conference is about to begin.) tamam bişi itiraf etcem sonra başlıcam. pre-faculty oldum lan! yaşasın! bunu bir hava atma çabası olarak görmeyin. sonuçta pre-fac olmak okulu 2 sene önce bitireceğim anlamına falan gelmiyo. neyse. ı ıhm, hadi bakalım.
son yıllarda, dünyamız global bir "sosyal paylaşım sitesi" akınına uğruyor. peki nedir bir sosyal paylaşım sitesi?.. yaa biliyosunuz işte uğraştırmayın beni, facebook twitter falan. hem ben niye böyle ortaokul kompozisyonu gibi başladıysam.. neyse diyeceğim o ki, bu sosyal paylaşım sitelerinden ben de payımı aldım yeterince. gitgide büyüyor bir de buuu.. sektör.. ilk önce facebook geldi, dediler ki "yeaa bi tane site varmış ilkokul arkadaşlarını buluyomuşsun, süper oluyomuş.." bir heves girdik baktık, ulan hakkaten herkes orda. baktık fotoğraf falan da konuluyo, doldurduk piksel piksel. milletin fotoğraflarına baktık "bakalım serpilmiş mi? tipi değişmiş mi lan acaba?" gibi düşüncelerle. "ilkokul buluşmaları" açtık, eventler düzenledik... giderek gelişti site, video hizmeti eklendi. iki gün önce ilkokuldaki arkadaşlarının resimleri altına "cnm çok güzelleşmişsin. ne ara buyudk biz? :((((((( bi ara bulusalm ok? :))))))))))))))))" diye yorumlar yazan bizler, artık sadece video paylaşıyorduk.
günleer aylar geçti, "blog" denen bu amatör yazarlık şeysiyle tanıştık.. tanıştım.. benden önce tanışanlar vardı tabii haliyle. neyse. blog hepsinden farklıydı. bi kere burda yazı yazıyorduk yaa. yazı. yıllarca ekşi sözlük'te çaylak onay sırası bekliyip klavyesini eriten ben, artık kendimi başka platformlarda kanıtlayabilecektim. ama durum pek de öyle olmadı. bir hışımla girdiğim bu platform, benden beklediği performansı alamadı. tembellik yapıyordum adeta. niye yazmadığım sorulduğunda "abi ilham gelmiyor yeaa.." diye başımdan attım insanları. evet, kendimle yüzleşiyorum sevgili okur. bu bir itiraftır. başımdan savdığım herkesten özür diliyorum. herkesten ama bak. "ama artık öyle olmıcak.." diye de bi söz vermek istemiyorum. yarın öbür gün okul başladığında yazamazsam "verdiğin sözü tutmadın, sen bir hainsin!" diye saldırmayın orta çağlılar gibi.
eveet, gelelim formspring'e. bu akımla yeni tanıştım aslında. bir ay falan oluyo daha. bunun da olayı şu: bi tane hesap açıyosun sitede, sonra insanlar gelip ister anonim olarak, ister rumuzlarıyla soru soruyorlar sana. istedikleri konuda, istedikleri tarzda. sonra sen de ister şakalı, ister ciddi cevap veriyosun. bu. çok zevkli ama var ya. bi görsen nası tatlı.
bir de tabii twitter var ki, değinmeden olmaz. bunda da yaptığın şeyi yazıyosun siteye. şakası yok pek. ortalığı kasıp kavuruyodu bi ara. herkes twitter hesabı alıyodu falan. bütün televizyon programları "bize twitter'dan da ulaşabilirsiniz! işte adresimiz: twitter.com/ntvspor" diye reklam yapıyolardı falan. geçenlerde de bana çok sevdiğim bir insandan twitter davetiyesi geldi. "e artık girmek şart oldu." diye girdim ben de. zevkli gibi gözüküyo o da. ama formspring'in yerini tutmaz. (ntvspor spikeri ersin düzen'i ekledim orda, adam inanılmaz bilgiler veriyo, az önce boris becker'in oğlunun adını, saç rengini falan yazdı, ağzım açık kaldı.)
yaa işte böyle sevgili okur. bir sanal rüzgarın içinde bir o yana bir bu yana sallanısallanıveriyoruz. bu yazı ne bir özeleştiri, ne de bir eleştiridir. reklam amaçlı yazıldığını sananlara sesleniyorum: muhteşem bir öngörüye sahipsiniz.. bunları reklam yapacak kadar da boş bi adamım napıcan sevgili okur. sen bunlara gir ki benim repütasyonum artsın dii mi ama. hadi öptüm. sii ya.
son yıllarda, dünyamız global bir "sosyal paylaşım sitesi" akınına uğruyor. peki nedir bir sosyal paylaşım sitesi?.. yaa biliyosunuz işte uğraştırmayın beni, facebook twitter falan. hem ben niye böyle ortaokul kompozisyonu gibi başladıysam.. neyse diyeceğim o ki, bu sosyal paylaşım sitelerinden ben de payımı aldım yeterince. gitgide büyüyor bir de buuu.. sektör.. ilk önce facebook geldi, dediler ki "yeaa bi tane site varmış ilkokul arkadaşlarını buluyomuşsun, süper oluyomuş.." bir heves girdik baktık, ulan hakkaten herkes orda. baktık fotoğraf falan da konuluyo, doldurduk piksel piksel. milletin fotoğraflarına baktık "bakalım serpilmiş mi? tipi değişmiş mi lan acaba?" gibi düşüncelerle. "ilkokul buluşmaları" açtık, eventler düzenledik... giderek gelişti site, video hizmeti eklendi. iki gün önce ilkokuldaki arkadaşlarının resimleri altına "cnm çok güzelleşmişsin. ne ara buyudk biz? :((((((( bi ara bulusalm ok? :))))))))))))))))" diye yorumlar yazan bizler, artık sadece video paylaşıyorduk.
günleer aylar geçti, "blog" denen bu amatör yazarlık şeysiyle tanıştık.. tanıştım.. benden önce tanışanlar vardı tabii haliyle. neyse. blog hepsinden farklıydı. bi kere burda yazı yazıyorduk yaa. yazı. yıllarca ekşi sözlük'te çaylak onay sırası bekliyip klavyesini eriten ben, artık kendimi başka platformlarda kanıtlayabilecektim. ama durum pek de öyle olmadı. bir hışımla girdiğim bu platform, benden beklediği performansı alamadı. tembellik yapıyordum adeta. niye yazmadığım sorulduğunda "abi ilham gelmiyor yeaa.." diye başımdan attım insanları. evet, kendimle yüzleşiyorum sevgili okur. bu bir itiraftır. başımdan savdığım herkesten özür diliyorum. herkesten ama bak. "ama artık öyle olmıcak.." diye de bi söz vermek istemiyorum. yarın öbür gün okul başladığında yazamazsam "verdiğin sözü tutmadın, sen bir hainsin!" diye saldırmayın orta çağlılar gibi.
eveet, gelelim formspring'e. bu akımla yeni tanıştım aslında. bir ay falan oluyo daha. bunun da olayı şu: bi tane hesap açıyosun sitede, sonra insanlar gelip ister anonim olarak, ister rumuzlarıyla soru soruyorlar sana. istedikleri konuda, istedikleri tarzda. sonra sen de ister şakalı, ister ciddi cevap veriyosun. bu. çok zevkli ama var ya. bi görsen nası tatlı.
bir de tabii twitter var ki, değinmeden olmaz. bunda da yaptığın şeyi yazıyosun siteye. şakası yok pek. ortalığı kasıp kavuruyodu bi ara. herkes twitter hesabı alıyodu falan. bütün televizyon programları "bize twitter'dan da ulaşabilirsiniz! işte adresimiz: twitter.com/ntvspor" diye reklam yapıyolardı falan. geçenlerde de bana çok sevdiğim bir insandan twitter davetiyesi geldi. "e artık girmek şart oldu." diye girdim ben de. zevkli gibi gözüküyo o da. ama formspring'in yerini tutmaz. (ntvspor spikeri ersin düzen'i ekledim orda, adam inanılmaz bilgiler veriyo, az önce boris becker'in oğlunun adını, saç rengini falan yazdı, ağzım açık kaldı.)
yaa işte böyle sevgili okur. bir sanal rüzgarın içinde bir o yana bir bu yana sallanısallanıveriyoruz. bu yazı ne bir özeleştiri, ne de bir eleştiridir. reklam amaçlı yazıldığını sananlara sesleniyorum: muhteşem bir öngörüye sahipsiniz.. bunları reklam yapacak kadar da boş bi adamım napıcan sevgili okur. sen bunlara gir ki benim repütasyonum artsın dii mi ama. hadi öptüm. sii ya.
7 Şubat 2010 Pazar
narıdlaç..
"hi hi hi there."
evet, a clockwork orange'a selamı çaktıktan sonra yazıya başlayabilirim. plansız başlıyorum gerçi, allah sonumuzu hayır etsin.
...milleti bir "blogumun 1. yılı" heyecanı sarmış durumda. bi baktım, benim blog da 1 yaşını doldurmuş. "enee.." dedim, "ne çabuk büyüdün len.. heheh". yalnız bu 1 yılda diren 105, daçe 303 tane yazı yazmışken ben sadece 30 (yazıyla otuz) yazı yazarak kendime ait tembellik rekorunu 3.56 saniye geliştirdim. şimdi sen saldırcan burdan gazı alıp "evet abi, yazmıyosun, tembelsin işte" diye çemkiriceksin bana ama bi dur, bi soluklan. aklıma yazacak bişi gelmiyodu arkadaşım ne yapayım? adamlar üretken, ben diilim. saldırma bunun için bana. litfen ama...
...reklamlar yaratıcı olduklarında çok güzel şeyler aslında. tamam onlar olmasa kapitalizm diye bişi zor olur, tamam onlar dizinin, filmin içine ediyolar, ama sorarım size hanginiz hayatınızda kötü bir araba reklamı gördünüz? ben hiç görmedim. izlediğim bütün araba reklamları mükemmel. ince ince espriler, "biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu!" gibi iğneleyici, "driven by the future" gibi karizmatik sloganlar... bi de bu ara, feysbukta dolaşan bi reklam var: eti gofreti. feysbuk sayesinde yeniden hatırladığımız bu reklam kampanyasında "bitter çikolatalı eti gofreti'nin kulakçıklarını kesip saklayın...bi gün lazım olur!!" gibi komik, şakalı cümleler yer almakta. çocukluğuma döndüm sayesinde. muhteşem ya. diyeceğim odur ki: reklamların hepsi böyle olsun, zaping diye bişi kalmaz şu ülkede. yetkililere burdan şeyapıyorum...
...dün pınar'la konuşuyoruz. (ah keşke onun da blogu olsaydı da linki çaksaydım şurda.) muhabbet arasında aklıma geldi, telefonunu istedim pınar'ın. verdi o da, ben de çaldırdım ki numaramı kaydetsin. biz gençler arasında böyle bişi var işte neyse, buralar önemsiz detaylar. dedim ki çaldırdıktan sonra: "çaldıran bendim.." bunu der demez kafada bir ampul yandı, "oha.." dedim pınar'a, "tarihte çaldıran savaşı diye savaş olmasına ne diyosun peki?" güldük, eğlendik. o da bunu bloga yazmam önerisinde bulundu. yazdım ben de. (yazdım da noldu? şimdi daha mı iyi oldu yani pinark? sorarım.. hehe, şaka.)...
benim anektodum da bu kadar, napıcan sevgili okur. çaldıran savaşı varmış da, o da onu çaldırmış da bilmem ne. amaan. bu ne biçim hikaye lan.
hadi bitirdim tamam, esnemeyin daha fazla. evdekilere selamlar.
evet, a clockwork orange'a selamı çaktıktan sonra yazıya başlayabilirim. plansız başlıyorum gerçi, allah sonumuzu hayır etsin.
...milleti bir "blogumun 1. yılı" heyecanı sarmış durumda. bi baktım, benim blog da 1 yaşını doldurmuş. "enee.." dedim, "ne çabuk büyüdün len.. heheh". yalnız bu 1 yılda diren 105, daçe 303 tane yazı yazmışken ben sadece 30 (yazıyla otuz) yazı yazarak kendime ait tembellik rekorunu 3.56 saniye geliştirdim. şimdi sen saldırcan burdan gazı alıp "evet abi, yazmıyosun, tembelsin işte" diye çemkiriceksin bana ama bi dur, bi soluklan. aklıma yazacak bişi gelmiyodu arkadaşım ne yapayım? adamlar üretken, ben diilim. saldırma bunun için bana. litfen ama...
...reklamlar yaratıcı olduklarında çok güzel şeyler aslında. tamam onlar olmasa kapitalizm diye bişi zor olur, tamam onlar dizinin, filmin içine ediyolar, ama sorarım size hanginiz hayatınızda kötü bir araba reklamı gördünüz? ben hiç görmedim. izlediğim bütün araba reklamları mükemmel. ince ince espriler, "biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu!" gibi iğneleyici, "driven by the future" gibi karizmatik sloganlar... bi de bu ara, feysbukta dolaşan bi reklam var: eti gofreti. feysbuk sayesinde yeniden hatırladığımız bu reklam kampanyasında "bitter çikolatalı eti gofreti'nin kulakçıklarını kesip saklayın...bi gün lazım olur!!" gibi komik, şakalı cümleler yer almakta. çocukluğuma döndüm sayesinde. muhteşem ya. diyeceğim odur ki: reklamların hepsi böyle olsun, zaping diye bişi kalmaz şu ülkede. yetkililere burdan şeyapıyorum...
...dün pınar'la konuşuyoruz. (ah keşke onun da blogu olsaydı da linki çaksaydım şurda.) muhabbet arasında aklıma geldi, telefonunu istedim pınar'ın. verdi o da, ben de çaldırdım ki numaramı kaydetsin. biz gençler arasında böyle bişi var işte neyse, buralar önemsiz detaylar. dedim ki çaldırdıktan sonra: "çaldıran bendim.." bunu der demez kafada bir ampul yandı, "oha.." dedim pınar'a, "tarihte çaldıran savaşı diye savaş olmasına ne diyosun peki?" güldük, eğlendik. o da bunu bloga yazmam önerisinde bulundu. yazdım ben de. (yazdım da noldu? şimdi daha mı iyi oldu yani pinark? sorarım.. hehe, şaka.)...
benim anektodum da bu kadar, napıcan sevgili okur. çaldıran savaşı varmış da, o da onu çaldırmış da bilmem ne. amaan. bu ne biçim hikaye lan.
hadi bitirdim tamam, esnemeyin daha fazla. evdekilere selamlar.
4 Şubat 2010 Perşembe
goygoygoygoygoy..
günün anlam ve önemine uygun yazı yazayım istiyorum bugün. yanlarında olamadım bari içimi dökeyim istiyorum.
insanlar 52 gündür bir hak arayışı içinde. hak arayışı da diil aslında, zaten kendilerinin olan hakların ellerinden alınmamasını istiyorlar sadece. memleketini, ailesini bırakıp gelmişler. bu ankara soğuğunda 52 gündür çadırlarda kalıyorlar. 52 gün ya, elli iki gün! tatile çıkmadı bu adamlar, keyiflerinden orada değiller. ama direniyorlar, bırakmıyorlar davalarını. benim içim yanıyor, haberleri her izleyişimde. ama onların umrunda diil. onlar çıkıp diyorlar ki: "bu eyleme destek veren hakkında suç duyurusunda bulunurum. adam olun, akıllı olun." birileri ekşi sözlük'te "3 bin lira maaş, 40 bin lira kıdem tazminatı alıyosunuz, daha ağlıyosunuz ulan! bu ulke cok gordu, kendi saplantilarini tatmin edebilmek icin "halk" adina goygoyculuk yapmaya merakli hergeleleri! hic degilse somut verilerle nasil tartisilacagini ogrenin de, ucuz sloganlardan, beylik ortaokul manifestolarindan ote bir seviye gelsin su ortama." diye yandaşlık yapıyor, hergele diyor, kendi muazzam bilgi seviyesini bizimkilerden üstün görüyor. diğeri çıkıp "1 ay süreniz var, bu bir ayda biz üzerimize düşeni yapıp demokratik duruşumuza devam edeceğiz. ama 1 ay sonra sizi döversek, hiiiç öyle çocuk gibi ağlamak yok, tamam mı?" diyor. bunlara kalsa, maaşımız azalınca bile susup oturmamız gerekiyor. bunlara kalsa, en doğrusunu bilen hep kendileri.
ben sizi anlamıyorum, anlayamıcam. sizin o "ne olursa olsun, başbakanımızın sözünden çıkmamalıyız. o her şeyin en iyisini bilir." mantığınızı anlamıyorum. insanların samsun'dan, van'dan, erzurum'dan gelip sırf haklarını geri almak için sokakta yatmasına "goygoyculuk" demenizi anlamıyorum. bu yaptığınız vicdansızlıktan başka bişi diil benim gözümde. "bakın şeker fabrikalarını falan da özelleştiriyoruz, onlar seslerini çıkarıyor mu?" diye sormanızın tamamen bir dalga geçme çabası, tamamen bir hergelelik olduğunu düşünüyorum. kusura bakmayın. böyle düşünmekten vazgeçmemi sağlayacak hiçbir şey yapmadınız. gözümde şu dünyadaki en acımasız, en vicdansız yönetimsiniz. yandaşlarınıza "bunlar hava civa" diye gaz verebilirsiniz, meclis başkan vekilinin odasını basıp "akıllı ol!" mesajı vermeye çalışabilirsiniz, kendi genel başkanınıza peygamber diyip savunucusu olduğunuzu iddia ettiğiniz dine bile ters düşebilirsiniz ama yok, benim sizin hakkınızdaki fikirlerimi değiştirecek şeyler bunlar değil. "sen kimsin ki yani?" diye sorabilirsiniz, haklısınız, ben kimim ki, "halk" adına goygoyculuk yapmaya meraklı hergelenin teki!
insanlar 52 gündür bir hak arayışı içinde. hak arayışı da diil aslında, zaten kendilerinin olan hakların ellerinden alınmamasını istiyorlar sadece. memleketini, ailesini bırakıp gelmişler. bu ankara soğuğunda 52 gündür çadırlarda kalıyorlar. 52 gün ya, elli iki gün! tatile çıkmadı bu adamlar, keyiflerinden orada değiller. ama direniyorlar, bırakmıyorlar davalarını. benim içim yanıyor, haberleri her izleyişimde. ama onların umrunda diil. onlar çıkıp diyorlar ki: "bu eyleme destek veren hakkında suç duyurusunda bulunurum. adam olun, akıllı olun." birileri ekşi sözlük'te "3 bin lira maaş, 40 bin lira kıdem tazminatı alıyosunuz, daha ağlıyosunuz ulan! bu ulke cok gordu, kendi saplantilarini tatmin edebilmek icin "halk" adina goygoyculuk yapmaya merakli hergeleleri! hic degilse somut verilerle nasil tartisilacagini ogrenin de, ucuz sloganlardan, beylik ortaokul manifestolarindan ote bir seviye gelsin su ortama." diye yandaşlık yapıyor, hergele diyor, kendi muazzam bilgi seviyesini bizimkilerden üstün görüyor. diğeri çıkıp "1 ay süreniz var, bu bir ayda biz üzerimize düşeni yapıp demokratik duruşumuza devam edeceğiz. ama 1 ay sonra sizi döversek, hiiiç öyle çocuk gibi ağlamak yok, tamam mı?" diyor. bunlara kalsa, maaşımız azalınca bile susup oturmamız gerekiyor. bunlara kalsa, en doğrusunu bilen hep kendileri.
ben sizi anlamıyorum, anlayamıcam. sizin o "ne olursa olsun, başbakanımızın sözünden çıkmamalıyız. o her şeyin en iyisini bilir." mantığınızı anlamıyorum. insanların samsun'dan, van'dan, erzurum'dan gelip sırf haklarını geri almak için sokakta yatmasına "goygoyculuk" demenizi anlamıyorum. bu yaptığınız vicdansızlıktan başka bişi diil benim gözümde. "bakın şeker fabrikalarını falan da özelleştiriyoruz, onlar seslerini çıkarıyor mu?" diye sormanızın tamamen bir dalga geçme çabası, tamamen bir hergelelik olduğunu düşünüyorum. kusura bakmayın. böyle düşünmekten vazgeçmemi sağlayacak hiçbir şey yapmadınız. gözümde şu dünyadaki en acımasız, en vicdansız yönetimsiniz. yandaşlarınıza "bunlar hava civa" diye gaz verebilirsiniz, meclis başkan vekilinin odasını basıp "akıllı ol!" mesajı vermeye çalışabilirsiniz, kendi genel başkanınıza peygamber diyip savunucusu olduğunuzu iddia ettiğiniz dine bile ters düşebilirsiniz ama yok, benim sizin hakkınızdaki fikirlerimi değiştirecek şeyler bunlar değil. "sen kimsin ki yani?" diye sorabilirsiniz, haklısınız, ben kimim ki, "halk" adına goygoyculuk yapmaya meraklı hergelenin teki!
16 Ocak 2010 Cumartesi
openingceremony2024.rar
merhaba sevgili okur(-lar). demin diren'le konuşuyoruz, istanbul kültür başkenti oldu falan diye, "ya abi," dedik "biz böyle işleri hiç kıvıramıyoruz." hakkaten öyle sanırım ya. düşünsenize bizim ülkenin olimpiyatları falan düzenlediğini. açılış töreni çok komik olmaz mı sizce de?
"merhaba sevgili seyirciler, istanbul 2024 olimpiyatları açılış töreni'ne hoşgeldiniz! dünyanın 200'e yakın ülkesinden gelen sporcular, seyirciler ve üst düzey yöneticiler bu muhteşem törenin bir parçası olmak için atatürk olimpiyat stadı'nda toplandı. ve biz, trt, türkiye tarihinin en önemli spor organizasyonunu 20 gün boyunca sizlerle buluşturucaz! evet, sanırım açılış töreni başlamak üzere."
sahada bir hareketlilik olur, biri bayan, biri erkek iki sunucu bir kürsüdedir. erkek olan konuşur: "istanbul 2024 olimpiyatları açılış töreni'ne hoşgeldiniz!"
alkış kopar, kadın alır mikrofonu: "welcome to the opening ceremony of istanbul 2024 olympic games!" alkış, kıyamet..
"ve şimdi hepinizi ulu önder atatürk ve silah arkadaşları adına 1 dakikalık saygı duruşu ve ardından da istiklal marşı'nı okumaya davet ediyorum." stadın büyük çoğunluğu susar, küçük bir kısım "şehitler ölmez, vatan bölünmez!" diye bağırmadan duramaz. 1 dakika sonra istiklal marşı da okunur. kadın alır mikrofonu, bu sefer erkek olan tercümanlık görevini üstlenmiştir. her cümlede bir değişecektirler.
"şimdi de sayın başbakanımız recep tayyip erdoğan'ı (oha lan hala mı?!) günün anlam ve önemi hakkında konuşması için kürsüye davet ediyorum." alkışlar bilmem neler. uzun ve sıkıcı bi konuşmadan sonra: "başbakanımıza teşekkür ediyoruz. şimdi yurdun dört bir yanından gelen öğrenciler sizlere bir halk oyunları gösterisi sunucak! alkışlıyoruz..."
"halk oyunları ekiplerimize teşekkür ediyoruz!.. şimdi de ankara atatürk ilköğretim okulu 3-c sınıfı öğrencilerinin hazırladığı 'Atatürk' adlı orotoryoyu izliyoruz.."
bu sırada trt spikeri bir atatürk şiiri patlatır, o tok sesiyle:
Atatürk, büyük bir milletin yeniden dirilişidir.
Atatürk, milletine kendini feda eden kişidir.
Atatürk, zor şartlarda mucizeler yaratan adam.
Atatürk, çağın dehası,bir başbuğ, yol, yordam.
"ankara atatürk ilköğretim okulu 3-c sınıfı öğrencilerine teşekkürler.. törenimiz bundan sonra demet akalın, tarkan ve serdar ortaç konserleriyle devam edecektir." stad alkıştan yıkılır tarkan'ı duyunca, adam hala popüler tabii.
bikaç saat sonra trt spikeri: "evet sayın seyirciler konserlerin ardından, ülkeler artık alfabetik sıraya göre sahaya çıkacaklar. ilk olarak angola geliyor. angola bu yıl olimpiyatlara 7 sporcuyla katılıyor... ve evet amerika birleşik devletleri de geldi. abd her yıl olduğu gibi bu yıl da en çok sporcuyla katılan ülke. tam 45738 sporcuyla katılıyor bu sene amerika takımı olimpiyatlara.... türkiye geliyor, evet! türkiye! işte sporcularımız, işte gurur kaynaklarımız! görüyorsunuz olimpiyat komitesi başkanımız hidayet türkoğlu ve yanında eski şampiyonlarımızdan elvan abeylegesse. ev sahibi olarak selamlıyorlar seyircileri! büyük bir gurur bu sayın seyirciler! korkunç bi şey!"
ülkelerin tamamı geçtikten sonra artık sona gelinmiştir. "evet artık yavaş yavaş sonuna geliyoruz törenin. meşale yakıldıktan sonra 2024 olimpiyatları resmen başlamış olacak sevgili seyirciler! bizden ayrılmayın!"
o sırada sahadaki sunucu: "ve şimdi de olimpiyat meşalesini yakmak için başbakanımız recep tayyip erdoğan, uluslararası olimpiyat komitesi başkanı sergei bubka ve türkiye olimpiyat komitesi başkanı hidayet türkoğlu geliyor." gelmiş geçmiş en tırt şekilde meşale yakıldıktan sonra, son ve coşkulu bir anons yapılır ve stada kolbastı müziği verilir, seyirciler kendinden geçer. sadece türk olanlar kendinden geçer tabi, yabancılar çoktan otelin yolunu tutmuşlardır. "bu ne biçim açılış lan" diye..
teşekkürler türkiye!
"merhaba sevgili seyirciler, istanbul 2024 olimpiyatları açılış töreni'ne hoşgeldiniz! dünyanın 200'e yakın ülkesinden gelen sporcular, seyirciler ve üst düzey yöneticiler bu muhteşem törenin bir parçası olmak için atatürk olimpiyat stadı'nda toplandı. ve biz, trt, türkiye tarihinin en önemli spor organizasyonunu 20 gün boyunca sizlerle buluşturucaz! evet, sanırım açılış töreni başlamak üzere."
sahada bir hareketlilik olur, biri bayan, biri erkek iki sunucu bir kürsüdedir. erkek olan konuşur: "istanbul 2024 olimpiyatları açılış töreni'ne hoşgeldiniz!"
alkış kopar, kadın alır mikrofonu: "welcome to the opening ceremony of istanbul 2024 olympic games!" alkış, kıyamet..
"ve şimdi hepinizi ulu önder atatürk ve silah arkadaşları adına 1 dakikalık saygı duruşu ve ardından da istiklal marşı'nı okumaya davet ediyorum." stadın büyük çoğunluğu susar, küçük bir kısım "şehitler ölmez, vatan bölünmez!" diye bağırmadan duramaz. 1 dakika sonra istiklal marşı da okunur. kadın alır mikrofonu, bu sefer erkek olan tercümanlık görevini üstlenmiştir. her cümlede bir değişecektirler.
"şimdi de sayın başbakanımız recep tayyip erdoğan'ı (oha lan hala mı?!) günün anlam ve önemi hakkında konuşması için kürsüye davet ediyorum." alkışlar bilmem neler. uzun ve sıkıcı bi konuşmadan sonra: "başbakanımıza teşekkür ediyoruz. şimdi yurdun dört bir yanından gelen öğrenciler sizlere bir halk oyunları gösterisi sunucak! alkışlıyoruz..."
"halk oyunları ekiplerimize teşekkür ediyoruz!.. şimdi de ankara atatürk ilköğretim okulu 3-c sınıfı öğrencilerinin hazırladığı 'Atatürk' adlı orotoryoyu izliyoruz.."
bu sırada trt spikeri bir atatürk şiiri patlatır, o tok sesiyle:
Atatürk, büyük bir milletin yeniden dirilişidir.
Atatürk, milletine kendini feda eden kişidir.
Atatürk, zor şartlarda mucizeler yaratan adam.
Atatürk, çağın dehası,bir başbuğ, yol, yordam.
"ankara atatürk ilköğretim okulu 3-c sınıfı öğrencilerine teşekkürler.. törenimiz bundan sonra demet akalın, tarkan ve serdar ortaç konserleriyle devam edecektir." stad alkıştan yıkılır tarkan'ı duyunca, adam hala popüler tabii.
bikaç saat sonra trt spikeri: "evet sayın seyirciler konserlerin ardından, ülkeler artık alfabetik sıraya göre sahaya çıkacaklar. ilk olarak angola geliyor. angola bu yıl olimpiyatlara 7 sporcuyla katılıyor... ve evet amerika birleşik devletleri de geldi. abd her yıl olduğu gibi bu yıl da en çok sporcuyla katılan ülke. tam 45738 sporcuyla katılıyor bu sene amerika takımı olimpiyatlara.... türkiye geliyor, evet! türkiye! işte sporcularımız, işte gurur kaynaklarımız! görüyorsunuz olimpiyat komitesi başkanımız hidayet türkoğlu ve yanında eski şampiyonlarımızdan elvan abeylegesse. ev sahibi olarak selamlıyorlar seyircileri! büyük bir gurur bu sayın seyirciler! korkunç bi şey!"
ülkelerin tamamı geçtikten sonra artık sona gelinmiştir. "evet artık yavaş yavaş sonuna geliyoruz törenin. meşale yakıldıktan sonra 2024 olimpiyatları resmen başlamış olacak sevgili seyirciler! bizden ayrılmayın!"
o sırada sahadaki sunucu: "ve şimdi de olimpiyat meşalesini yakmak için başbakanımız recep tayyip erdoğan, uluslararası olimpiyat komitesi başkanı sergei bubka ve türkiye olimpiyat komitesi başkanı hidayet türkoğlu geliyor." gelmiş geçmiş en tırt şekilde meşale yakıldıktan sonra, son ve coşkulu bir anons yapılır ve stada kolbastı müziği verilir, seyirciler kendinden geçer. sadece türk olanlar kendinden geçer tabi, yabancılar çoktan otelin yolunu tutmuşlardır. "bu ne biçim açılış lan" diye..
teşekkürler türkiye!
11 Ocak 2010 Pazartesi
3 film birden..
merhabalar. uzun sayılabilecek bir aradan sonra yine burdayım. yaşasın. bu arada başlığı gördün heyecanlandın tabii, ama yok 'normal' filmler bunlar sakin ol.
hürriyet film kulübü diye bir şey var, muazzam bi şey o. bildiğiniz hürriyet gazetesi her hafta sonu orijinal dvdler veriyor. tabii beleşe diil ama cüzi bi miktara. filmler öyle ünlü yapımlar olmuyo belki ama gerçekten çok iyi olanlar var aralarında. adını hiç duymadığınız bi film mükemmel çıkabiliyo. mesela, içimdeki deniz, kalpazanlar ve tanrı kent... bunların yanında geçen yılın en iyi film oscarını almış olan milyoner'i de verdiler bikaç kere. şimdi bu filmlerden bahsetmek istiyorum, bak bahsedicem diyorum, bahsedeyim mi? bahsettim bahsedicem haa dikkat. sevgili okurlar bahsetme diyor içimden bir ses, siz ne diyorsunuz? aman yarabbi bahsetsem mi.. (modern sabahlar ekibi'ne sevgiler, saygılar..)
içimdeki deniz (orijinal adı 'mar adentro'): film gerçek bir hikaye üzerine kurulu. boynundan aşağısı felç olan ve ötanazi isteyen bir adamın hikayesini anlatıyor. başrolde javier bardem oynuyor. sanki hayatının bir kısmını felç geçirmiş de atlatmış kadar iyi oynuyor hem de. ayrıca film ispanya yapımı. biri çıkacak da "yo soy español" diyecekmiş gibi oldum ben, gerildim açıkçası.
kalpazanlar (orijinal adı 'die fälscher'): film 2. dünya savaşı zamanındaki almanya'da geçiyor. namı bütün ülkeye yayılmış bir kalpazan nazi'ler tarafından yakalanıyor ve avrupa ekonomisini çökertmek için sahte para basmaya zorlanıyor. "ve olaylar gelişiyor.."
tanrı kent (orijinal adı 'cidade de deus'): bu film de 1960'lar brezilyası'nda geçiyor, başkent rio'da. film şehirdeki suç oranının ve şiddetin ne kadar ciddi boyutlarda olduğunu çok başarılı şekilde anlatıyor. öyle ki, filmi sonuna kadar izleyemedim. bi ara bitiricem ama söz. filmi izlerken portekizce'nin çok tuhaf bir dil olduğunu, hiç de öyle ispanyolcaya falan benzemediğini fark ettim, hayallerim yıkıldı.
diyeceğim o ki sevgili okur, ne yap ne et bu filmleri bi yerden bul ve izle. pişman olmayacaksın! gelip bana teşekkürler edeceksin, "sen olmasan halimiz nice olurdu.." diyeceksin bana. tamam son kısmı abartmış olabilirim ama diğerleri olacak, eminim. eh artık, yavaştan kaçayım ben. görüşmez üzere sevgili okur. bi dahaki sefere filmleri izlemiş olarak gel. (sen de artık bitirsen diyorum.) hoşça kal!
not: gelen tepkilere bakarak, arada böyle film tavsiyesi falan verebilirim. ne dersiniz?
hürriyet film kulübü diye bir şey var, muazzam bi şey o. bildiğiniz hürriyet gazetesi her hafta sonu orijinal dvdler veriyor. tabii beleşe diil ama cüzi bi miktara. filmler öyle ünlü yapımlar olmuyo belki ama gerçekten çok iyi olanlar var aralarında. adını hiç duymadığınız bi film mükemmel çıkabiliyo. mesela, içimdeki deniz, kalpazanlar ve tanrı kent... bunların yanında geçen yılın en iyi film oscarını almış olan milyoner'i de verdiler bikaç kere. şimdi bu filmlerden bahsetmek istiyorum, bak bahsedicem diyorum, bahsedeyim mi? bahsettim bahsedicem haa dikkat. sevgili okurlar bahsetme diyor içimden bir ses, siz ne diyorsunuz? aman yarabbi bahsetsem mi.. (modern sabahlar ekibi'ne sevgiler, saygılar..)
içimdeki deniz (orijinal adı 'mar adentro'): film gerçek bir hikaye üzerine kurulu. boynundan aşağısı felç olan ve ötanazi isteyen bir adamın hikayesini anlatıyor. başrolde javier bardem oynuyor. sanki hayatının bir kısmını felç geçirmiş de atlatmış kadar iyi oynuyor hem de. ayrıca film ispanya yapımı. biri çıkacak da "yo soy español" diyecekmiş gibi oldum ben, gerildim açıkçası.
kalpazanlar (orijinal adı 'die fälscher'): film 2. dünya savaşı zamanındaki almanya'da geçiyor. namı bütün ülkeye yayılmış bir kalpazan nazi'ler tarafından yakalanıyor ve avrupa ekonomisini çökertmek için sahte para basmaya zorlanıyor. "ve olaylar gelişiyor.."
tanrı kent (orijinal adı 'cidade de deus'): bu film de 1960'lar brezilyası'nda geçiyor, başkent rio'da. film şehirdeki suç oranının ve şiddetin ne kadar ciddi boyutlarda olduğunu çok başarılı şekilde anlatıyor. öyle ki, filmi sonuna kadar izleyemedim. bi ara bitiricem ama söz. filmi izlerken portekizce'nin çok tuhaf bir dil olduğunu, hiç de öyle ispanyolcaya falan benzemediğini fark ettim, hayallerim yıkıldı.
diyeceğim o ki sevgili okur, ne yap ne et bu filmleri bi yerden bul ve izle. pişman olmayacaksın! gelip bana teşekkürler edeceksin, "sen olmasan halimiz nice olurdu.." diyeceksin bana. tamam son kısmı abartmış olabilirim ama diğerleri olacak, eminim. eh artık, yavaştan kaçayım ben. görüşmez üzere sevgili okur. bi dahaki sefere filmleri izlemiş olarak gel. (sen de artık bitirsen diyorum.) hoşça kal!
not: gelen tepkilere bakarak, arada böyle film tavsiyesi falan verebilirim. ne dersiniz?
1 Ocak 2010 Cuma
yeniyılyeniyılyeniyılyeniyılherkeseekutluolsuun!..
merhaba. 2010'un ilk yazısıyla karşınızdayım. (yeni yılın ilk bilmemne'si geyiğini yapmasaydım bu yazıya yeni yıl yazısı gözüyle bakamazdım. vallahi.) madem öyle, o zaman yeni yıl hakkında konuşsak ya. hadi bakalım. (biri bana giriş yapmayı öğretsin nolur..)
yeni yıla girmeden 1 ay önce mağazalar, gazeteler, ne bileyim internet siteleri falan 'noel' havasına giriyo ya, sinir oluyorum. kar spreyiyle vitrin camına "hoşgeldin 2010!!!" yazan mı dersin, internet sitesine karlı, kutup ayılı, çam ağaçlı tema koyan mı dersin.. alt tarafı bi yıl daha bitmiş, bir ay öncesinden nedir bu şaklabanlık, bu şaaşa? ne coşkulu, ne hevesli insanlarmışsınız arkadaş. gelicek kutlıcaz işte nedir yani.
bir de bunun tam tersi insanlar var, hani "amaan yeni yılsa yeni yıl nedir yani? ne farkı var? 2009'da da aynıydı, ben bi değişiklik göremedim." insanları. bunlara diyecek tek sözüm yok. (bişi bulamadım ondan böyle diyorum.)
her yıl olduğu gibi bu yıl da haberlerde, kırmızı don, 30 milyon tl'ye neler alabilirsiniz?, 2009'da ne oldu? diğer ülkeler nası girdi ama yeni yıla? köşeleri yayınlandı. özellikle show haber ve kanal d haber'in rağbet ettiği bu tür haber köşeleri bu yıl da ilgi çekmedi. ya da çekti, bilemiyorum. yılbaşı çekilişinin büyük ödülü olan 30 milyon da çeyrek bilete çıkmış yine. ve yine bana diil. şaşırmadım.
sevgili okur, benim çok uykum var şimdi. aklıma yazacak bişi gelmiyo. sonra telafi edicem söz. görüşmek üzere hadi. yeni yılınız kutlu olsun! istediğiniz gibi geçsin bu yıl!
bu arada: 1 yıl oldu unutmadık, oğuz'um..
yeni yıla girmeden 1 ay önce mağazalar, gazeteler, ne bileyim internet siteleri falan 'noel' havasına giriyo ya, sinir oluyorum. kar spreyiyle vitrin camına "hoşgeldin 2010!!!" yazan mı dersin, internet sitesine karlı, kutup ayılı, çam ağaçlı tema koyan mı dersin.. alt tarafı bi yıl daha bitmiş, bir ay öncesinden nedir bu şaklabanlık, bu şaaşa? ne coşkulu, ne hevesli insanlarmışsınız arkadaş. gelicek kutlıcaz işte nedir yani.
bir de bunun tam tersi insanlar var, hani "amaan yeni yılsa yeni yıl nedir yani? ne farkı var? 2009'da da aynıydı, ben bi değişiklik göremedim." insanları. bunlara diyecek tek sözüm yok. (bişi bulamadım ondan böyle diyorum.)
her yıl olduğu gibi bu yıl da haberlerde, kırmızı don, 30 milyon tl'ye neler alabilirsiniz?, 2009'da ne oldu? diğer ülkeler nası girdi ama yeni yıla? köşeleri yayınlandı. özellikle show haber ve kanal d haber'in rağbet ettiği bu tür haber köşeleri bu yıl da ilgi çekmedi. ya da çekti, bilemiyorum. yılbaşı çekilişinin büyük ödülü olan 30 milyon da çeyrek bilete çıkmış yine. ve yine bana diil. şaşırmadım.
sevgili okur, benim çok uykum var şimdi. aklıma yazacak bişi gelmiyo. sonra telafi edicem söz. görüşmek üzere hadi. yeni yılınız kutlu olsun! istediğiniz gibi geçsin bu yıl!
bu arada: 1 yıl oldu unutmadık, oğuz'um..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)